ISSN: 2148-4902 | E-ISSN: 2536-4553
Northern Clinics of İstanbul - North Clin Istanb: 10 (4)
Volume: 10  Issue: 4 - 2023
1.Front Matter

Pages I - VIII

RESEARCH ARTICLE
2.Clinical outcomes of COVID-19 in patients with chronic diseases
Yasar Sertbas, Ebru Elci Solak, Selma Dagci, Volkan Kizilay, Zeynep Yazici, Serkan Elarslan, Kamil Ozdil
PMID: 37719255  PMCID: PMC10500237  doi: 10.14744/nci.2022.64436  Pages 401 - 410
AMAÇ: Bu çalışma, kronik hastalıkları ve COVİD-19 enfeksiyonu olan hastaların klinik sonuçlarını değerlendirmek amacıyla yapılmıştır.
YÖNTEM: Çalışma 01.06.2021-01.08.2021 tarihleri arasında iki eğitim ve araştırma hastanesine başvuran kronik hastalığa sahip olan ve COVİD-19 tanısı alan 1 516 hasta dahil edilerek retrospektif olarak gerçekleştirilmiştir. Kronik hastalıklar olarak; kardiyovasküler hastalıklar, diabetes mellitus, hiperlipidemi, astım, kronik obstrüktif akciğer hastalıkları, romatolojik hastalıklar, malignite, serebrovasküler ve kronik böbrek hastalıklar taranarak istatistiksel olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya yaş ortalaması 58,05±18,51 olan 1 516 hasta dahil edildi. COVID-19 hastalarının %68,9’unun en az bir kronik hastalığa sahip olduğu görüldü. Kadınlar erkeklere göre kronik hastalığa daha meyilli idiler (%73,8’e karşı %64,8). Kronik hastalık öyküsü olan hastaların olmayanlara göre daha yaşlı ve yatış süresinin daha uzun olduğu görüldü. Kronik hastalığı olan hastaların yoğun bakım ünitesinde tedavi görme ihtimalleri 5,49 kat ve ölüm oranlarıda 2,52 kat diğer hastalardan daha fazla idi. Regresyon analizleri sonucunda, yoğun bakım ünitesine yatışlarda hipertansiyon (OR: 2,39), diyabet (OR: 3,64) ve herhangi bir kanser türü (OR: 2,75) bağımsız risk faktörleri olarak görülürken, kardiyovasküler hastalıklar (OR: 2,27), kronik böbrek hastalığı (OR: 3,69) ve psikiyatrik bozukluklar (OR: 2,18) mortalite ile ilişkili bağımsız risk faktörleri olarak görüldü.
SONUÇ: Kronik hastalığı olan COVİD-19 hastalarının takibi diğer hastalara göre daha dikkatli yapılmalıdır. Hipertansiyon, diyabet ve kanser hikayesine sahip hastaların yatışlarının herhangi bir anında yoğun bakıma ihtiyaç duyabilecekleri, beyin damar hastalığı, kronik böbrek hastalığı ve psikiyatrik sorunları olanların ise diğer hastalara göre daha yüksek ölüm oranlarına sahip olabileceği akılda tutulmalıdır. (NCI-2022-7-2/R1)
OBJECTIVE: This study was carried out to evaluate the clinical outcomes of patients having chronic diseases (CD) and COVID-19 infection.
METHODS: The study was carried out retrospectively by including 1.516 patients with CDs who applied to two education and research hospitals between June 01, 2021, and August 01, 2021, and were diagnosed with COVID-19. As CDs; cardiovascular diseases, diabetes mellitus (DM), hyperlipidemia, asthma, chronic obstructive pulmonary diseases, rheumatological diseases, malignancy, cerebrovascular disease, and chronic kidney diseases (CKD) were screened and evaluated statistically.
RESULTS: A total of 1.516 patients with a mean age of 58.05±18.51 years were included in the study. It has been observed that 68.9% of COVID-19 patients have at least one CD. Women were more tend to have CDs than men (73.8% vs. 64.8%). Patients with a history of CD were significantly older and had a longer hospital stay than those without. Patients with CDs were 5.49 times more likely to be hospitalized in the intensive care unit (ICU) and their death rate was 2.52 times higher than the other patients. After the regression analysis, while hypertension (HT) (Odds Ratio [OR]: 2.39), DM (OR: 3.64), and any type of cancer (OR: 2.75) were seen as independent risk factors in hospitalizations in the ICU, cardiovascular diseases (OR: 2.27), CKD (OR: 3.69) and psychiatric disorders (OR: 2.18) were seen as independent risk factors associated with mortality.
CONCLUSION: The follow-up of COVID-19 patients with CDs should be done more cautiously than others. It should be
kept in mind that patients with HT, DM, and cancer may need intensive care at any time of hospitalization, while those with cerebrovascular disease, CKD, and psychiatric problems may have a higher mortality rate than other patients.

3.Deficiency of adenosine deaminase 2 as an unrecognized cause of early-onset stroke and cranial nerve palsy
Elif Celikel, Fatma Aydin, Zahide Ekici Tekin, Tuba Kurt, Muge Sezer, Nilufer Tekgoz, Cuneyt Karagol, Serkan Coskun, Melike Mehves Kaplan, Aysegul Nese Citak Kurt, Banu Celikel Acar
PMID: 37719263  PMCID: PMC10500243  doi: 10.14744/nci.2022.45380  Pages 411 - 417
Amaç: Bu çalışmanın amacı, Adenozin deaminaz (ADA) 2 eksikliği olan hastaların klinik, laboratuvar ve radyolojik bulgularını ve prognozunu değerlendirmek ve nörolojik bulgusu olan hastalarda ADA2 eksikliğinin ayırıcı tanıda düşünülmesi gereken durumları vurgulamaktır.
Yöntemler: Bu retrospektif, tanımlayıcı çalışmada, altı ADA2 eksikliği hastasından oluşan bir vaka serisi sunuldu. Hastaların klinik ve laboratuvar verileri, tedavi protokolleri ve prognozları kaydedildi. ADA2 eksikliği tanısı, ADA2 enzim aktivite testi ve/veya ADA2 gen dizilimi ile konulmuştur.
Bulgular: Çalışmaya ADA2 eksikliği tanılı 6 (2 kız) hasta dahil edildi. Semptom başlangıcındaki medyan yaş 6.5 yıldı (medyan 3.5-13.5 yıl). İlk başvurudan tanıya kadar geçen medyan süre 9 (3-72) aydı. 4 olgunun ailelerinde akrabalık mevcuttu. Deri, sinir sistemi ve kas-iskelet sistemi en sık tutulan sistemlerdi. Olgu serimizde poliarteritis nodozayı (PAN) taklit eden vaskülit baskın fenotipti (n=4). PAN benzeri özelliklere sahip dört hastada nörolojik tutulum vardı. 3 hastada iskemik inme, 2 hastada kraniyal sinir felci ve 2 hastada nöbet saptandı. CECR1 geni tüm hastalarda analiz edildi. Plazma ADA2 enzimatik aktivitesi sadece bir hastada çalışıldı. Anti-tümör nekroz faktör (TNF)-α tedavisi başlandı. Tüm hastalarda inflamasyon baskılandı ve remisyon sağlandı.
Sonuç: PAN benzeri hastalığı, ailesel PAN/vaskülit öyküsü, erken başlangıçlı inme/sistemik inflamasyon ile nörolojik tutulumu olan hastalarda DADA2 düşünülmelidir. Ayrıca, anti-TNF-α tedavisinin DADA2 tedavisi için faydalı olduğu görülmektedir. (NCI-2021-9-6/R2)
OBJECTIVE: The aim of this study is to evaluate the clinical, laboratory, and radiological findings and prognosis of patients with adenosine deaminase 2 deficiency (DADA2) and to highlight the conditions that DADA2 should be considered in the differential diagnosis in patients with neurological findings.
METHODS: A case series of six DADA2 patients was presented in this retrospective, descriptive study. Clinical and laboratory data, treatment protocols, and prognosis of the patients were recorded. A diagnosis of DADA2 was established by ADA2 enzyme activity assay and/or ADA2 gene sequencing.
RESULTS: Six patients with DADA2 were included in the study. The median age at symptom onset was 6.5 years (range 3.5–13.5 years). The median time to diagnosis from the initial presentation was 9 (3–72) months. Consanguinity was present in the families of 4 cases. The skin, nervous system, and musculoskeletal system were the most commonly involved systems. Vasculitis mimicking polyarteritis nodosa (PAN) was the predominant phenotype (n=4) in our case series. Four patients with PAN-like features had neurological involvement. Ischemic strokes were found in 3 patients, cranial nerve palsy in 2 patients, and seizures in 2 patients. The CECR1 gene was analyzed in all patients. We analyzed plasma ADA2 enzyme activity only in one patient. Anti-tumor necrosis factor (TNF)-α therapy was initiated. Inflammation was suppressed and remission was achieved in all patients.
CONCLUSION: DADA2 should be considered in patients with PAN-like disease, a history of familial PAN/vasculitis, early-onset strokes/neurological involvement with systemic inflammation. Furthermore, anti-TNF-α therapy appears to be beneficial for the treatment of DADA2.

4.Cost of diabetes mellitus and related macrovascular complications in Turkiye
Suayip Birinci, Haydar Sur
PMID: 37719247  PMCID: PMC10500234  doi: 10.14744/nci.2023.24922  Pages 418 - 427
Amaç: Bu çalışmada Türkiye'de diyabet ve makrovasküler komplikasyonlar için kullanılan maliyet ve kaynakların belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Bu çalışmada 'Hastalık Maliyeti' yöntemi ve aşağıdan yukarıya maliyetlendirme yaklaşımı kullanılmıştır. Diabetes Mellitus hastalarını belirlemek için e-Nabız verileri kullanılmıştır. 2016-2020 yılları arasındaki veriler işlenmiştir. Ayrıca akut koroner sendrom, angina, koroner arter hastalığı, serebrovasküler olaylar, geçici iskemik ataklar, karotid arter sendromu, intrakraniyal kanama, diyabetik ayak, kalp yetmezliği, atriyal fibrilasyon ve periferik vasküler hastalık gibi makrovasküler komplikasyonları ilgili ICD kodlarını kullanarak incelenmiştir. Örnekleme yapılmamıştır; maliyetler tüm popülasyon temel alınarak hesaplanmıştır. Hasta başına maliyetler hesaplanırken tüm ayakta tedavi/ yatan hasta, ilaç, müdahale ve laboratuvar/tarama testleri dikkate alınmıştır.
Sonuç: 2016-2020 yılları arasında e-Nabız veri tabanında diyabet teşhisi konulan 7.656.700 kişi kaydedilmiştir; bu da %10,4'lük bir prevalans anlamına gelmektedir. Diyabet tedavisi için 2020 yılı toplam maliyeti 4.526.212.569 $ (31.276.128.849 TL), ortalama hasta maliyeti ise 591,145 $ olmuştur. Diyabete bağlı majör vasküler komplikasyon teşhisi konan 991.945 kişi için sağlık harcaması 2020 yılında 1.013.004.565,0 $ (6.999.861.544,16 TL), hasta başına ortalama maliyet de 591,145 $ (4048,81 TL) olmuştur. Toplam maliyetin %44'ü sağlık hizmetleri, %34'ü ilaçlar, %12'si insülin, %6'sı oral antidiyabetik ilaçlar ve %1'i test malzemeleri içindir. Kadınlarda komplikasyon oranı %11,2 iken, erkeklerde bu oran %20,8 ile daha yüksektir.
Sonuç: Diabetes Mellitus hem önemli bir hastalık yükü hem de önemli bir ekonomik yüktür. Bulgular, etkili stratejilerin ve sağlam sağlık politikalarının geliştirilmesinde yol gösterici olacaktır. (NCI-2023-7-11)
OBJECTIVE: This study aimed to identify the costs and resources used for diabetes mellitus (DM) and macrovascular complications in Turkiye.
METHODS: The “Cost of Illness” method and a bottom-up costing approach were used in this study. We used e-Nabiz to identify patients with DM and collected their data from 2016 to 2020. We also examined macrovascular complications such as acute coronary syndrome, unstable angina, coronary artery disease, cerebrovascular events, transient ischemic attacks, carotid artery syndrome, intracranial hemorrhage, diabetic foot, heart failure, atrial fibrillation, and peripheral vascular disease using relevant ICD codes. No sampling was done; costs were calculated based on the entire population. When calculating per patient costs, all outpatient/inpatient, medication, intervention, and laboratory/screening tests were considered.
RESULTS: Between 2016 and 2020, the e-Nabiz database recorded 7,656,700 people diagnosed with diabetes, a prevalence of 10.4%. The total 2020 cost for treating diabetes was $4,526,212,569 (31,276,128,849 TL), with an average patient cost of $591.145. The health-care expense for 991,945 people diagnosed with major vascular complications due to diabetes was $1,013,004,565.0 (6,999,861,544.16 TL) in 2020, with a per patient average cost also of $591.145 (4048.81 TL). Breakdown of the total cost is 44% for healthcare, 34% for medication, 12% for insulin, 6% for oral antidiabetic drugs, and 1% for testing supplies. Women have a complication rate of 11.2%, while men have a higher rate of 20.8%.
CONCLUSION: DM is both a significant disease burden and an important economic burden. The findings will be a guide the development of effective strategies and sound health policies.

5.Antibiotic preferences and treatment durations in community-acquired infections
Baris Ertunc, Gurdal Yilmaz
PMID: 37719244  PMCID: PMC10500238  doi: 10.14744/nci.2023.55453  Pages 428 - 434
AMAÇ: Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji uzmanlarının hem topluma hem de diğer sağlık çalışanlarına yol gösterici olması nedeniyle antibiyotiklerin kılavuzlara uygun olarak kullanılması önemlidir. Bu çalışmada Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanlarının toplum kökenli enfeksiyonlarda antibiyotik kullanımı ve tedavi sürelerine yaklaşımlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamız Ocak 2019-Aralık 2020 tarihleri arasında Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanlarına uygulanan dijital bir anket çalışması olarak gerçekleştirilmiştir. Toplum kökenli pnömoni, sistit, akut tonsillofaranjit, akut otitis media, akut sinüzit, selülit tedavisi için tercih ettikleri antibiyotikler ve tedavi süreleri anket yöntemi ile sorulmuştur. Elde edilen tüm bilgiler için tanımlayıcı istatistiksel analiz yapıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 203 Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı katılmıştır. Katılımcıların %34,7'si 0-5 yıl, %33,6'sı 6-15 yıl ve %31,7'si 15 yıldan fazla süredir uzman olarak çalışmaktadır. Katılımcıların çoğu antibiyotik seçiminde ve tedavi süresinin belirlenmesinde kılavuz önerilerine uymakta sorun yaşamıştır. Uyumsuzluk oranları 5 yıldan fazla görev yapan uzmanlarda daha yüksekti.
SONUÇ: Hem uzmanlık eğitiminde hem de uzmanlık sonrası eğitimlerde köklü değişiklikler sağlanarak, online öğrenme ortamları oluşturularak ve eğitimler teşvik edilerek sorunlar önemli ölçüde çözülebilir ve yeni bilgilere daha hızlı ulaşılabilir. (NCI-2023-7-4)
OBJECTIVE: Since Infectious diseases and Clinical Microbiology specialists (IDS) are guiding both the community and other health professionals, it is important to use antibiotics in accordance with the guidelines. In this study, it was aimed to evaluate the approaches of IDS to the use of antibiotics and treatment times in community-acquired infections.
METHODS: Our study was conducted as a digital survey study applied to IDS between January 2019 and December 2020. Community-acquired pneumonia, cystitis, acute tonsillopharangitis, acute otitis media, acute sinusitis, cellulitis, as well as the antibiotics they prefer and their duration of treatment, were asked by questionnaire method. A descriptive statistical analysis was performed on all the information obtained.
RESULTS: A total of 203 IDS participated in the study. About 34.7% of the participants worked as specialists for 0–5 years, 33.6% between 6 and 15 years, and 31.7% for more than 15 years. Most of the participants had problems adhering to the guidelines recommendations in their choice of antibiotics and in determining the duration of treatment. Non-compliance rates were higher among specialists who served for more than 5 years.
CONCLUSION: By providing radical changes in both specialty training and post-specialty trainings, creating online learning environments, and encouraging trainings, problems can be solved to a significant extent and new information can be accessed more quickly.

6.Relationship between symptom burden and dialysis adequacy in patients with chronic kidney disease undergoing hemodialysis
Tahsin Karaaslan, Irem Pembegul
PMID: 37719249  PMCID: PMC10500242  doi: 10.14744/nci.2023.01799  Pages 435 - 443
Amaç: Bu çalışmanın amacı, son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) olan hastalarda hemodiyaliz (HD) yeterliliği ile diyaliz semptom indeksi (DSİ) arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktı.
Yöntemler: Prospektik olarak dizayn edilen bu çalışmaya haftada üç kez HD uygulanan toplam 92 SDBY hastası dahil edildi. Cinsiyet, yaş, eğitim durumu, medeni durum, ekonomik durum, çalışma durumu, bağımlılık durumu, damar yolu tipi ve HD kalma süresi gibi veriler kaydedildi. Biyokimyasal ve hematolojik analizler yapıldı. Diyaliz yeterliliği klinik ve biyokimyasal analize dayalı olarak değerlendirildi. DSİ, HD hastalarının emosyonel ve fiziksel semptomlarını değerlendirmek için kullanıldı.
Bulgular: Hastaların 55'i erkek, 37'si kadın olup, yaş ortalamaları 59,95±14,9 yıl idi. Medyan HD süresi 60,0 aydı (çeyrekler arası aralık [IQR]: 20,8-103,5). Ortalama DSİ puanı 54,35±26,0 olup kadın hastalarda anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,001). DSİ ile artan yaş arasında anlamlı bir ilişki vardı (p<0,05). Arterio-venöz fistül (AVF) girişi olan HD hastalarının tek havuz Kt/V (spKt/V) oranı, santral venöz kateter ile HD alanlara göre anlamlı olarak daha yüksek ve ortalama DSI anlamlı olarak daha düşüktü (p<0,001). Ortalama DSİ skoru, spKt/V oranı <1,2 olan hastalarda spKt/V oranı ≥1,2 olanlara göre anlamlı olarak yüksekti (p<0,001). Biyokimyasal parametrelerin kullanıldığı çok değişkenli regresyon analizinde spKt/V oranı, DSİ skorlarının anlamlı ve bağımsız bir yordayıcısıydı (R2=0,64, p<0,001). Buna ek olarak regresyon analizinde DSİ ile cinsiyet, yaş ve ekonomik durum arasında da anlamlı ve bağımsız bir ilişki bulunmuştur (R2=0,36, p<0,001).
Sonuç: Diyaliz yeterliliği DSI’ni anlamlı ve bağımsız olarak öngörmektedir. Yeterli bir diyaliz dozu ile semptomların sıklık ve şiddetinde anlamlı bir azalma sağlanabilir. (NCI-2023-2-1)
OBJECTIVE: The aim of this study was to reveal the relationship between hemodialysis (HD) adequacy and dialysis symptom index (DSI) in patients with end-stage kidney disease (ESKD).
METHODS: This prospective study included 92 ESKD patients who underwent HD three times a week. Data including sex, age, education status, marital status, economic status, employment status, dependency status, type of vascular access, and duration of HD were recorded. Biochemical and hematological analyses were carried out. Dialysis adequacy was assessed based on clinical and biochemical analysis. The DSI was used to evaluate the emotional and physical symptoms of HD patients.
RESULTS: Of the patients, 55 were males and 37 were females, with a mean age of 59.95±14.9 years. The median duration of HD was 60.0 months (interquartile range: 20.8–103.5). The mean DSI score was 54.35±26.0, with a significantly higher score in female patients (p<0.001). There was a significant correlation between DSI and increasing age (p<0.05). The single pool Kt/V (spKt/V) ratio of HD patients with AVF access was significantly higher, and the mean DSI was significantly lower than that of those receiving HD with a central venous catheter (p<0.001). The mean DSI score was significantly higher in patients with a spKt/V ratio of <1.2 than those with a spKt/V ratio of ≥1.2 (p<0.001). In multivariate regression analysis using biochemical parameters, the spKt/V ratio was a significant and independent predictor of DSI scores (R2=0.64, p<0.001). In addition, a significant and independent relationship was found between DSI and gender, age, and economic status in the regression analysis (R2=0.36, p<0.001).
CONCLUSION: Dialysis adequacy is an independent predictor of DSI. If an adequate dialysis dose is ensured to be delivered, symptom burden may dramatically decrease.

7.Evaluation of factors affecting the length of stay of geriatric patients in the emergency department
Gorkem Alper Solakoglu, Kurtulus Aciksari, Cagatay Nuhoglu, Kamil Oguzhan Doker
PMID: 37719248  PMCID: PMC10500236  doi: 10.14744/nci.2023.59319  Pages 444 - 450
Giriş: Acil serviste müşahede süresi, acil sağlık yönetimi etkinliğinin ölçümünde kullanılan temel parametrelerinden biridir ve bu süreye katkıda bulunan faktörlerin ortaya konması, özellikle nadiren araştırılan yaşlı hastalar için acil servis hasta bakım etkinliğini artırmada kritik bir öneme sahiptir.
Yöntem: Bu tek merkezli, prospektif, kohort çalışma, üçüncü basamak bir hastanenin acil servisinde gerçekleştirildi. Hastalar müşahede süresine göre iki gruba ayrıldı (≥4 saat - <4 saat). Hastanın başlıca şikayetleri, konsültasyon branşları, komorbiditeleri, polifarmasi durumu, başvuru zamanı, laboratuvar, görüntüleme tetkikleri, Acil müşahede süresi, Klinik kırılganlık skoru, mini mental test, NEWS2 skoru, konsültasyonları ve hastanın sonuçları karşılaştırıldı ve analiz edildi.
Bulgular: 30 günlük çalışma süresi boyunca toplam 222 geriatrik hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya alınan hastaların ortalama yaşı 79,13±9,43 idi ve hastaların %47,05'i erkekti. Medyan EDLOS, 250 (60 ila 1440) dk idi. Gece vardiyasında gelen (p=0.047), kronik kalp yetmezliği (p=0.025), kronik obstrüktif akciğer hastalığı(p=0.03), MMSE'ye göre şiddetli demansı olan (p=0.008), CFS frailty skoru yüksek(p=0.03), NEWS2 skoruna göre klinik ağırlığı yüksek olan hastaların (p=0.001) müşahede süresininin 4 saat üzeri olması ile pozitif korelasyon bulundu.Hastaneye yatışla birlikte herhangi bir uzmanlık konsültasyonu ve uzmanlık konsültasyonu sayısı da> 4 saat EDLOS ile pozitif korelasyon gösterdi (p=0.001).
Sonuç: Kırılganlığı ve demansı olan klinik ağırlığı yüksek hastalar, konsültasyonlar yoluyla artan müşahade süresi riski altındadır. Acil servis ve konsültasyon hekimleri, hangi hastaların acilde müşahade süresinin uzun olabileceği konusunda daha iyi iletişim kurmalı ve hasta sonucuna mümkün olan en kısa sürede karar verilmelidir. (NCI-2023-1-10)
OBJECTIVE: The emergency department length of stay (EDLOS) is one of the essential parameters of emergency healthcare management efficacy, and prominent factors that contribute to EDLOS are critical in enhancing emergency department (ED) patient care effectiveness, particularly for older patients, which is rarely investigated.
METHODS: This single-center, prospective cohort study was performed in the ED of a tertiary care hospital. The patients were classified into two groups according to EDLOS (≥4 h vs. <4 h). The chief complaints, consultant branches, the patients’ comorbidities, polypharmacy status, time of presentation, laboratory, imaging investigations, EDLOS, Clinical Frailty Score (CFS) score, mini mental examination test, National Early Warning Score 2 (NEWS2), consultations, and outcome of the patients were compared with Spearman and Kendall tau-b correlations.
RESULTS: During the 30-day study period, a total of 222 geriatric patients were included in the study. The mean age of study patients was 79.13±9.43 years, and 47.05% of patients were male. The Median EDLOS was 250 (range, 60–1440) min. The patients who arrived on the night shift (p=0.047), who had chronic heart failure (p=0.025), chronic obstructive pulmonary disease (p=0.03), severe dementia according to the MMSE (p=0.008), higher CFS frailty scores (p=0.03), and higher clinical acuity according to the NEWS2 score, were found to be positively correlated to an EDLOS of >4 h. (p=0.001) Any specialty consultation and specialty consultation number, along with hospitalization, were also positively correlated to an EDLOS of >4 h. (p=0.001).
CONCLUSION: High-acuity patients with frailty and dementia are at increased risk for increased EDLOS via consultations. Emergency and consultation physicians should communicate better about which patients are vulnerable to EDLOS case by case, and the patient outcome must be decided as soon as possible.

8.Clinical features, functional status, and quality of life in patients with late-onset familial Mediterranean fever
Didem Erdem Gursoy, Halise Hande Gezer, Nuran Oz, Aygun Ozer, Sevtap Acer Kasman, Mehmet Tuncay Duruoz
PMID: 37719256  PMCID: PMC10500247  doi: 10.14744/nci.2022.76736  Pages 451 - 457
Amaç: Bu çalışmada geç başlangıçlı ailesel Akdeniz ateşi (AAA) sıklığının belirlenmesi, erken ve geç başlangıçlı AAA hastaların klinik ve genetik özellikleri, fonksiyonel durumları ve sağlıkla ilgili yaşam kalitelerinin karşılaştırılması amaçlandı.
Yöntemler: Semptom başlangıcı ≤ 20 ve > 20 yaşında olan hastalar sırasıyla erken ve geç başlangıçlı AAA olarak sınıflandırıldı. Klinik özellikler, MEFV gen mutasyonları ve PRAS hastalık şiddeti skoru kaydedildi. Fiziksel engelliliği ve yaşam kalitesini değerlendirmek için sırasıyla Sağlık Değerlendirme Anketi (HAQ) ve Short Form 36 (SF-36) kullanıldı.
Bulgular: 138 hastanın (104 kadın, 34 erkek) yaş ortalaması 37.7 ± 12.69 olarak saptandı. Erken ve geç başlangıçlı AAA olan hastaların yüzdeleri sırasıyla %68.1 ve %31.9’ idi. Kadın cinsiyet, hafif hastalık, artrit ve sakroiliit geç başlangıçlı hastalık grubunda daha sıktı (p<0.05). Geç başlangıçlı hastalığı olanlarda tanıda gecikme süresi daha kısaydı (p<0.001). Homozigot M694V mutasyon oranı geç başlangıçlı AAA hastalarında daha düşüktü (p=0.015). SF-36 ve HAQ skorları açısından erken ve geç başlangıçlı AAA hastaları arasında fark saptanmadı (p>0.05).
Sonuç: Geç başlangıçlı AAA hastalarında erken başlangıçlı hastalara göre kadın cinsiyet baskınlığı, daha kısa tanı gecikme süresi, daha sık artrit ve sakroiliit varlığı, daha az sık homozigot M694V mutasyonu ve daha hafif hastalık şiddeti saptandı. Fiziksel fonksiyon ve sağlıkla ilgili yaşam kalitesi, erken ve geç başlangıçlı FMF hastaları arasında benzerdi. (NCI-2022-6-5/R1)
OBJECTIVE: This study aimed to determine the frequency of late-onset familial Mediterranean fever (FMF) and compare the clinical and genetic features, functional status, and health-related quality of life (QoL) of patients with early-onset and late-onset disease.
METHODS: Patients with onset of symptoms ≤20 and >20 years of age were classified as early-onset and late-onset FMF, respectively. The clinical characteristics, MEFV gene mutations, and Pras disease severity scores were recorded. Physical disability and QoL were assessed with the health assessment questionnaire (HAQ) and short form 36 (SF-36), respectively.
RESULTS: The mean age of 138 patients (104 women and 34 men) was 37.7±12.69 years. The percentages of patients with early- and late-onset FMF were 68.1% and 31.9%, respectively. Female sex, mild disease, arthritis, and sacroiliitis were more common in the late-onset group (p<0.05). The delay in diagnosis was shorter in the late-onset disease group (p<0.001). The percentage of homozygous M694V mutations was lower in late-onset disease (p=0.015). There were no differences in HAQ and SF-36 scores between early- and late-onset diseases (p>0.05).
CONCLUSION: The patients with late-onset FMF had a female predominance, a shorter delay of diagnosis, more frequent arthritis and sacroiliitis, a less frequent homozygous M694V mutation, and a milder disease severity than those with early-onset disease. Physical function and health-related QoL were similar in early- and late-onset FMF groups.

9.Acute complications observed during intensive chemotherapy in pediatric patients with acute lymphoblastic leukemia: Single-center experience
Ulku Miray Yildirim, Funda Tekkesin, Begum Sirin Koc, Selime Aydogdu, Fikret Asarcikli, Suar Caki Kilic
PMID: 37719261  PMCID: PMC10500240  doi: 10.14744/nci.2022.47600  Pages 458 - 469
Amaç: Son yıllarda tedavi stratejilerindeki gelişmeler sayesinde çocukluk çağı akut lenfoblastik lösemisi (ALL)nde oldukça yüz güldürücü sonuçlar alınmaktadır. Yine de tedavi sırasında gelişen akut komplikasyonlar mortalite ve morbiditenin önemli nedenleri olmaya devam etmektedir. Bu çalışma ile çocukluk çağında ALL tedavisi sırasında gelişen akut komplikasyonlar değerlendirilmiştir.
Gereç ve yöntem: 2016-2021 yılları arasında ALL IC 2009 protokolü ile tedavi edilen ALL tanılı 47 hastanın tıbbi kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi. Demografik, klinik ve laboratuvar veriler ile akut komplikasyonlar kaydedildi.
Bulgular: Kırk yedi hastanın 28’i (59.6%) erkek, 19’u (40.4%) kızdı. Tanıda ortalama yaş 5.9±4.2 idi. Kırk dört hasta (93.6%) öncü B hüvreli ALL, üç hasta (6.4%) öncü T hücreli ALL idi. Hastaların dokuzu (19.1%) yüksek risk, 32’si (68.1%) orta risk ve altısı (12.8%) standart risk grubundaydı. Otuz sekiz hastada (80.8%) akut komplikasyon gelişti. Bu komplikasyonlar arasında en sık görülen enfeksiyöz komplikasyonlar olup bunları sırası ile gastrointestinal komplikasyonlar, ilaç ilişkili reaksiyonlar, trombotik, nörolojik, endokrin/metabolik komplikasyonlar izlemekteydi.
Sonuç: Her ne kadar tedavi stratejilerindeki gelişmeler sayesinde çocukluk çağı ALL’sinde başarı şansı son yıllarda oldukça artmış olsa da tedavi sırasında izlenen akut komplikasyonlar mortalite ve morbiditenin önemli bir nedeni olmaya devam etmektedir. Gelişebilecek komplikasyonlar açısından şüphe eşiği düşük tutulmalı, hastalar mümkün olduğunca aynı medikal ekip tarafından tam donanımlı merkezlerde multidisipliner yaklaşım ile tedavi edilmelidir. Özellikle tedavinin erken safhalarında yatarak tedavi uygulamasının önemi vurgulanmaktadır. (NCI-2022-6-13/R1)
OBJECTIVE: In childhood acute lymphoblastic leukemia (ALL), very promising results were obtained thanks to the developments in treatment strategies in recent years. However, acute complications during treatment continue to be the important causes of mortality and morbidity. In this study, acute complications that develop during the treatment of ALL in childhood were evaluated.
METHODS: Medical records of 47 patients treated according to (ALL Intercontinental Berlin-Frankfurt-Münster) 2009 protocol between 2016 and 2021 were evaluated retrospectively.
RESULTS: Of 47 patients, 28 (59.6%) were male and 19 (40.4%) were female. The mean age at diagnosis was 5.9±4.2 years. Forty-four patients (93.6%) were pre-B cell ALL, 3 patients (6.4%) were pre-T cell ALL. Of 47 patients, 9 (19.1%) were high risk, 32 (68.1%) were intermediate risk, and 6 (12.8%) were standard risk. Acute complications developed in 38 patients (80.8%). Among these complications, infectious complications are the most common and these were followed by gastrointestinal complications, drug-related reactions, thrombotic, neurological, and endocrine/metabolic complications, respectively.
CONCLUSION: In terms of complications that may develop, the threshold of suspicion should be kept low, and patients should be treated with the same medical team in fully equipped centers with a multidisciplinary approach. Inpatient treatment strategies should be applied especially in the early stages of treatment. The importance of inpatient treatment strategy, especially in the early stages of treatment, is emphasized.

10.Evaluation of babies with retinopathy of prematurity following intravitreal bevacizumab administration
Ozlem Sahin, Aysun Boga, Gulay Karakus Hacioglu, Hatice Gulhan Sozen, Leyla Karadeniz Bilgin
PMID: 37719258  PMCID: PMC10500235  doi: 10.14744/nci.2022.22308  Pages 470 - 476
Amaç: Ülkemizde küçük prematüre bebeklerin yaşama şanslarının artması, çocukluk çağında ağır görme bozukluklarına yol açan prematüre retinopatisinin (ROP) daha sık görülmesine neden olmuştur. Prematüre retinopatisinin erken tanısı, zamanında ve uygun tedavisi ile görme kaybı engellenebilir. Bu makalede bevacizumab ile tedavi edilen prematüre retinopatili vakalar değerlendirilmiştir.
Yöntem: Prematüre retinopatisi nedeniyle bevacizumab uygulanan hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Bevacizumab uygulanmadan bir gün önce ve sonrasındaki iki hafta boyunca sistolik, diastolik kan basncı değerleri kaydedildi. Olgulara Bayley III Testi, işitme testi, göz muayenesi ve nörolojik değerlendirme yapıldı.
Bulgular: Prematüre retinopatisi tanısıyla bevacizumab uygulanan 10 olgunun Bayley III Testi’nde bilişsel, dil, hareket, sosyal-duygusal ve adaptasyon alanında kompozit skorlarının ortalaması sırasıyla 75±10.8, 73.4±15.4, 71.2±10.2, 88±23.7, 65.4±13.8 saptandı. Enjeksiyon öncesi son günün ortalama değerleri ile enjeksiyon sonrasındaki 14 günün değerleri karşılaştırıldığında, özellikle postop 1. gün ve 1. hafta sonrası sistolik kan basıncı değerlerinde anlamlı artış olduğu görüldü. Nörolojik muayene olguların %50’sinde anormaldi. Görme problemi %40 olguda saptandı. Bebeklerin %30’u işitme testinden kaldı.
Sonuç: Bevacizumab tedavisinin uzun vadeli yararları ve etkilerine ilişkin daha ileri çalışmalar tamamlanana kadar yenidoğanların bakımında dikkatli olunmalıdır. (NCI-2022-3-3/R1)
OBJECTIVE: In Turkiye, the increased likelihood of survival of small premature babies has resulted in a higher incidence of retinopathy of prematurity (ROP), which causes severe visual impairment in childhood. Early diagnosis and timely and proper treatment of ROP can prevent vision loss. This paper discusses cases of ROP treated with bevacizumab.
METHODS: Patients treated with bevacizumab for ROP were evaluated retrospectively. Systolic and diastolic blood pressure values were recorded 1 day before and 2 weeks after bevacizumab administration. The Bayley III test, hearing test, eye examination, and neurological evaluation were performed.
RESULTS: The mean composite Bayley III test scores for cognition, language, motor, social-emotional, and adaptive domains in 10 patients who received bevacizumab for ROP were 75±10.8, 73.4±15.4, 71.2±10.2, 88±23.7, and 65.4±13.8, respectively. The mean values of the day before the injection and the values of the 14 days after the injection were compared, it was seen that there was a significant increase in systolic blood pressure values, especially at the end of 1st day and 1st week after the surgery. Neurological examination results were abnormal in 50% of the cases. Vision problems were detected in 40% of the cases. About 30% of the babies failed the hearing test.
CONCLUSION: Caution needs attention in the care of neonates until further studies of the long-term benefits and effects of bevacizumab therapy are completed.

11.Morphologic evaluation of megakaryocytes in immune thrombocytopenia patients older than 80 years
Ufuk Demirci, Elif Gulsum Umit, Mehmet Baysal, Ahmet Muzaffer Demir
PMID: 37719257  PMCID: PMC10500249  doi: 10.14744/nci.2022.57124  Pages 477 - 483
Giriş: Yaygın bir edinsel kanama bozukluğu olan immün trombositopenide (İTP), hem dolaşımdaki trombositlere hem de kemik iliğinde megakaryositlere yönelik oluşan sitotoksik T hücre aracılı hücresel immün yanıt patogenezdeki en önemli mekanizmalardandır.
Yöntem: Çalışmamızda 80 yaş üstü 33 İTP'li hastanın özelliklerini değerlendirdik.
Sonuç: Hastaların ortanca yaşı 90, 15'i kadındı (%45,4). Hastaların ortalama trombosit sayısı 39 x109/L, ortalama trombosit hacmi ortalama 10,33fL idi. On iki hastada hedef trombosit sayısı 30x109/L'den fazlayken, 20 hastada mutlak antiagregasyon endikasyonu ile 75x109/L veya daha yüksek hedef trombosit sayısı vardı. Periferik yaymada 18 hastada displazi bulgusu gözlendi.
Sonuç: Morfolojik olarak displaziyi düşündüren ancak displazi bulgusu olmayan çok sayıda çekirdek içeren Megakaryositler ve dismegakaryopoietik bir bulgu olan mikromegakaryosit bulguları trombositopeninin derecesi ve tedaviye yanıt ile ilişkili olabilir. Benzer şekilde immatür formlar, emperipolez, çıplak nükleus, hipolobulasyon ve hipersegmente nükleus gibi displastik olmayan özellikler de trombositopeni derecesi ile olduğu görüldü. (NCI-2022-5-17/R1)
OBJECTIVE: In immune thrombocytopenia (ITP), which is a common acquired bleeding disorder, cytotoxic T-cell-mediated cellular immune response against both circulating platelets and bone marrow megakaryocytes are the most important mechanisms in the pathogenesis.
METHODS: In our study, we evaluated the features of 33 patients with ITP, over 80 years of age.
RESULTS: The median age of the patients was 90, 15 patients were female (45.4%). The mean platelet count of the patients was 39×109/L and the mean mean platelet volume was 10,33fL. Twelve patients had a target thrombocyte count greater than 30×109/L, while 20 patients had a target platelet count of 75×109/L or greater with an absolute indication of antiaggregation. In the environmental spread, 18 dysplasia findings were observed.
CONCLUSION: Morphologic observations suggesting dysplasia including micromegakaryocytes and a non-dysplastic but dysmegakaryopoietic finding, multiple segmented nuclei may be related to the degree of thrombocytopenia and response to treatment. Likewise, nondysplastic features including immature forms, emperipolesis, bare nucleus, hypolobulation, and hypersegmented nucleus were related to the degree of thrombocytopenia.

12.Radiological measurement parameters of distal radius and wrist measured on X-rays in the Turkish population
Yucel Bilgin, Mehmet Ekinci, Zana Ozmen, Fevzi Birisik
PMID: 37719260  PMCID: PMC10500245  doi: 10.14744/nci.2022.56514  Pages 484 - 489
Amaç: Çalışmamızın amacı, kırık sonrası el bilek fonksiyonunun eski haline getirilmesinde kabul edilebilir sınırları değerlendirmek için distal radius ve el bileğinin radyolojik morfometrisini analiz etmektir.
Yöntemler: Radyolojik ölçüm parametreleri ön-arka (AP) ve yan (LAT) el bileği radyografilerinde geriye dönük olarak ölçüldü (n = 981). Radyolojik ölçüm parametreleri volar tilt, radial eğim, radyal yükseklik, ulnar varyans, radyokarpal açı ve volar açılanma açısıydı. Hastaların yaşı, cinsiyeti ve radyografinin çekildiği taraf demografik veri olarak kaydedildi.
Bulgular: Ortalama volar tilt açısı 15.4±4.3 derece idi. Erkeklerde ortalama radyal eğim açısı 26.8±3.6 derece idi. Ortalama radyal yükseklik 13.6±2.1 mm idi. Ortalama ulnar varyans 0,8±1,9 mm idi. Yüz seksen dokuz hastada negatif ulnar varyans vardı. Ortalama radyokarpal açı 12.3±2.7 idi. Ortalama volar açılanma açısı 32.1±6.9 derece idi. Radyal yükseklik, radyal eğim ile pozitif olarak ilişkili bulundu (p<0,001; r: 601), ancak ulnar varyans ile anlamlı olarak ilişkili değildi (p-değeri = 0.14).
Sonuçlar: Distal radius kırıkları en sık görülen kırık tiplerinden biridir. Tedavinin belirlenmesi ve takibinde radyolojik ölçüm parametreleri kullanılmaktadır. Bu çalışmada elde edilen değerler bir Türk popülasyonuna aittir. Bu değerler, kırık sonrası redüksiyon kalitesinin belirlenmesinde ve kırık tedavisi için uygun implantların tasarımında referans değerler olarak kullanılabilir. (NCI-2022-10-3)
OBJECTIVE: The aim of our study was to analyze the radiologic morphometry of the distal radius and wrist to assess acceptable limits for restoring normal wrist function after fracture.
METHODS: Radiological measurement parameters were measured retrospectively on anteroposterior and lateral (LAT) wrist radiographs (n=981). Radiological measurement parameters were volar tilt, radial inclination, radial height, ulnar variance, radiocarpal angle, and volar angulation angle. The patients’ age, gender, and side of the radiograph were recorded as demographic data.
RESULTS: The mean volar tilt angle was 15.4±4.3 degrees. The mean radial inclination angle in males was 26.8±3.6 degrees. The mean radial height was 13.6±2.1 mm. The mean ulnar variance was 0.8±1.9 mm. One hundred and eighty-nine patients had negative ulnar variances. The mean radiocarpal angle was 12.3±2.7. The mean volar angulation angle was 32.1±6.9 degrees. Radial height was found to be positively correlated with radial inclination (p<0.001; r: 601), but it was not significantly correlated with ulnar variance (p=0.14).
CONCLUSION: Distal radius fractures are one of the most common types of fractures. Radiological measurement parameters were used in the determination and follow-up of the treatment. The values obtained in this study belong to the Turkish population. These values may be used as reference values in determining the quality of reduction after fracture and in the design of suitable implants for fracture treatment.

13.Assessment of Epstein–Barr virus, Candida albicans, and some periodontal pathogens in rheumatoid arthritis patients with periodontitis
Tugce Paksoy, Gulbahar Ustaoglu, Murat Tasci, Mehmet Demirci, Ozge Unlu, Mustafa Fatih Yasar
PMID: 37719252  PMCID: PMC10500248  doi: 10.14744/nci.2023.58998  Pages 490 - 500
Giriş: Romatoid artrit hastalarının ve sağlıklı kontrollerin subgingival biyofilm örneklerinde periodontal bulguları ve mikrobiyal yükü karşılaştırmalı olarak araştırmaktır.
Yöntem: 120 katılımcı dört gruba ayrıldı: sistemik ve periodontal olarak sağlıklı (H-C); periodontitis ile sistemik olarak sağlıklı (H-P); romatoid artrit (RA) ile periodontal olarak sağlıklı (RA-C); ve periodontitisli RA (RA-P)’lı hastalar. Periodontal parametreler kaydedildi. Gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu kullanılarak periodontopatojenik ajanlar, Epstein-Barr Virüsü (EBV) ve Candida albicans'ı saptamak için subgingival biyofilm örnekleri alındı.
Bulgular: Orta veya yüksek DAS28 puanları ile ölçülen daha yüksek hastalık aktivitesine sahip hastalar, düşük DAS28 puanlarına sahip olanlara göre daha kötü ağız sağlığı koşullarına (daha yüksek plak indeksi, gingival indeks, sondalama kanama indeksi, cep derinliği, klinik ataşman seviyesi) sahip bulundu. RA-P grubunda daha yüksek Treponema denticola (T.denticola) prevalansı gözlendi. Siklik sitrüline peptit antikoru, T.denticola ve Campylobacter rectus'un varlığı ile önemli bir ilişkiye sahipti bulundu. Hastalık aktivite skoru- 28 C-reaktif protein (DAS28-CRP), Capnocytophaga gingivalis (C.gingivalis) ve EBV varlığı arasında anlamlı bir ilişkiye sahipti. RA hastalığının süresi, T. denticola'nın varlığı ile ilişkilendirilmiştir.
Sonuç: Subgingival mikrobiyal farklılık, RA'yı sağlıklı bireylerden güvenilir bir şekilde ayırt edebilir. Özellikle T. denticola ve EBV, periodontitise sahip RA hastalarının patogenezinde anahtar rol oynayabilir. (NCI-2022-11-25)
OBJECTIVE: To comparatively investigate the periodontal results and microbial load in subgingival biofilm samples (SBS) in rheumatoid arthritis subjects and healthy volunteers.
METHODS: One hundred twenty subjects were classified into different cohorts: healthy (H-C); periodontitis with good systemic health (H-P); rheumatoid arthritis (RA) and good periodontal health (RA-C); and periodontitis with RA (RA-P). The periodontal parameters were recorded, and SBS were collected to determine periodontal pathogens including Epstein–Barr Virus (EBV) and Candida albicans using reverse transcription-polymerase chain reaction (RT-PCR).
RESULTS: Subjects that had greater disease course, determined by moderate or high disease activity scores 28 (DAS28), suffered from worse oral health conditions (higher plaque index, gingival index, bleeding on probing, probing depth, and excessive clinical attachment loss) than those with low DAS28 scores. A higher prevalence of Treponema denticola (T. denticola) was observed in the RA-P group. Cyclic citrullinated peptide was associated with the occurrence of T. denticola and Campylobacter rectus. DAS28 using C-reactive protein (DAS28-CRP) had a significant association with Capnocytophaga gingivalis and EBV. The duration of the RA disease was associated with the presence of T. denticola.
CONCLUSION: Subgingival microbial difference could reliably discriminate RA from healthy individuals. Especially, T. denticola and EBV may play a key role in periodontitis associated with RA.

14.Exploring the landscape of CA-125 testing: A comprehensive analysis of Ministry of Health data
Mustafa Mahir Ulgu, Suayip Birinci
PMID: 37719262  PMCID: PMC10500244  doi: 10.14744/nci.2023.59908  Pages 501 - 506
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, Sağlık Bakanlığı'ndan elde edilen büyük ölçekli bir veri setini kullanarak Kanser Antijen 125 (CA-125) testinin over ve endometriyal kanserlerin tanısında kullanım modellerini ve klinik etkilerini araştırmaktır.
YÖNTEM: CA-125 testinden geçmiş 3.917.240 kişiden oluşan, 2017-2021 yılları arasında toplanan anonimleştirilmiş veriler üzerinde geriye dönük bir analiz yapılmıştır. Veriler demografik bilgileri, test sonuçlarını, teşhisleri ve klinik özellikleri içeriyordu. CA-125 testiyle ilişkili kullanım eğilimlerini ve klinik sonuçları değerlendirmek için tanımlayıcı istatistikler ve karşılaştırmalı analizler yapıldı.
BULGULAR: Çalışma popülasyonunda CA-125 testi öncelikle kadın bireyler için istenmiş olup, en fazla test 18-64 yaş grubunda gerçekleştirilmiştir. CA-125 için genel pozitif oran %13,31'di ve kadınlarda (%13,18) erkeklere (%14,07) kıyasla biraz daha düşük oranlar gözlendi. Çalışma, yüksek CA-125 seviyeleri ile kanser teşhisleri arasında anlamlı bir ilişki tespit etti; pozitif CA-125 sonuçlarının %19,88'i kansere işaret ederken, %10,51'inde kanser teşhisi yoktu. Ayrıca araştırma, 65 yaş ve üstü bireylerde %17,79'luk pozitif bir oranla daha yüksek kanser saptanma olasılığını ortaya koydu.
SONUÇ: Bulgularımız, over ve endometriyal kanser tanısında CA-125 testinin kullanım modellerine ve klinik sonuçlarına ilişkin değerli bilgiler sağlar. CA-125 önemli bir tümör belirteci olmaya devam ederken, yorumlanması yaş, cinsiyet ve klinik bağlamı dikkate almalıdır. Çalışma, teşhis doğruluğunu artırmak için ek belirteçleri ve görüntüleme yöntemlerini entegre etmenin potansiyel faydalarını vurgulamaktadır. Bu bulgular, jinekolojik malignitelerin erken tespiti ve yönetimi için CA-125 testinin kullanımının optimize edilmesine ve böylece hasta sonuçlarının iyileştirilmesine katkıda bulunur. (NCI-2023-6-24)
OBJECTIVE: The aim of this study was to investigate the utilization patterns and clinical implications of cancer antigen 125 (CA-125) testing in the diagnosis of ovarian and endometrial cancers using a large-scale dataset obtained from the Ministry of Health.
METHODS: A retrospective analysis was conducted on anonymized data collected between 2017 and 2021, comprising 3.917.240 individuals who underwent CA-125 testing. The data included demographic information, test results, diagnoses, and clinical characteristics. Descriptive statistics and comparative analyses were performed to assess the utilization trends and clinical outcomes associated with CA-125 testing.
RESULTS: Among the study population, CA-125 testing was primarily requested for female individuals, with the highest number of tests performed in the age group of 18–64 years. The overall positive rate for CA-125 was 13.31%, with slightly lower rates observed in females (13.18%) than males (14.07%). The study identified a significant association between elevated CA-125 levels and cancer diagnoses, with 19.88% of positive CA-125 results indicating cancer, whereas 10.51% had no cancer diagnosis. Furthermore, the study revealed a higher likelihood of cancer detection among individuals aged 65 years and above, with a positive rate of 17.79%.
CONCLUSION: Our findings provide valuable insights into the utilization patterns and clinical implications of CA-125 testing in ovarian and endometrial cancer diagnosis. While CA-125 remains a prominent tumor marker, its interpretation should consider age, gender, and clinical context. The study emphasizes the potential benefits of integrating additional markers and imaging modalities to enhance diagnostic accuracy. These findings contribute to optimizing the use of CA-125 testing for early detection and management of gynecological malignancies, thereby improving patient outcomes.

15.Systemic inflammatory markers for distinguishing uncomplicated and complicated acute appendicitis in adult patients
Secil Yesilalioglu, Adem Az, Ozgur Sogut, Huseyin Ergenc, Ilhami Demirel
PMID: 37719245  PMCID: PMC10500250  doi: 10.14744/nci.2022.79027  Pages 507 - 513
AMAÇ: Bu çalışmada acil servise (AS) başvuran erişkin hastalarda nötrofil-lenfosit oranı (NLO), platelet-lenfosit oranı (PLO), monosit-eozinofil oranı (MEO) ve C-Reaktif Protein (CRP) gibi sistemik inflamasyon belirteçlerinin komplike ve komplike olmayan akut apandisitin ayırımındaki rolü araştırıldı.
YÖNTEMLER: Retrospektif, kesitsel, gözlemsel ve tek merkezli çalışmaya 01 Ocak 2019 ile 31 Aralık 2021 tarihleri arasında hastanemiz AS'e başvuran akut apandisitli ardışık 212 yetişkin hasta dahil edildi. Hastalar histopatolojik incelemeye ve ameliyat bulgularına göre iki gruba ayrıldı (Grup I, komplike olmayan akut apandisit; grup II, komplike akut apandisit). Komplike akut apandisit ile ilişkili faktörleri belirlemek için başvuru sırasında ölçülen sistemik inflamasyon belirteçleri hasta grupları arasında karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 83 erkek (%62,9), 49 kadın (%37,1) toplam 132 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 34,7±13,40 yıl idi. Histopatolojik incelemeye göre grup I'deki hasta sayısı 103 (%78,03), grup II'deki hasta sayısı 29 (%21,96) idi. Hasta grupları arasında sistemik inflamasyon belirteçlerinden ortalama NLO, MEO ve CRP değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (sırasıyla, p=0.096, p=0.248 ve p=0.297). Ancak grup II hastaların ortalama serum PLO değeri grup I'dekilerden istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti (p=0.032). Grup II’deki hastalarda, grup I’deki hastalarla kıyaslandığında ortalama serum monosit ve monosit fraksiyonu (%) değerleri istatistiksel olarak anlamlı düşük, ortalama serum nötrofil fraksiyonu (%) değeri anlamlı yüksek bulundu. ROC analizinde, komplike apandisit hastalarını komplike olmayan apandisit hastalardan ayırmak için %60 duyarlılıkta ve %58.4 özgüllükte, ≥133.73 PLO kesim değeri olarak saptandı. Ek olarak, ROC analizinde, komplike apandisit hastalarını komplike olmayan apandisit hastalardan ayırmak için % 72 duyarlılıkta ve % 64 özgüllükte, ≤6 monosit fraksiyonu (%) kesim değeri olarak saptandı.
SONUÇ: Bulgularımız, akut apandisitli erişkin hastalarda AS’e başvuru sırasında ölçülen ortalama serum NLO, MEO ve CRP değerlerinin komplike akut apandisiti öngöremeyeceğini göstermektedir. Ancak ortalama serum PLO ve nötrofil ve monosit sayıları komplike vakaları ayırt etmede faydalı olabilir. (NCI-2022-6-4/R1)
OBJECTIVE: This study aimed to investigate the predictive power of serum systemic inflammatory markers including neutrophil-lymphocyte ratio (NLR), platelet-lymphocyte ratio (PLR), monocyte-eosinophil ratio (MER), and C-reactive protein (CRP) levels for distinguishing uncomplicated and complicated acute appendicitis in adult patients admitted to the emergency department (ED).
METHODS: This retrospective, cross-sectional, observational, and single-center study enrolled 212 consecutive adult patients with acute appendicitis who were admitted to the ED of our tertiary care university hospital between January 1, 2019 and December 31 2021. Patients were divided into two groups (Group I, uncomplicated acute appendicitis; Group II, complicated appendicitis) according to their surgical findings and histopathological examination. Systemic inflammatory markers measured on admission were compared among patients to identify factors associated with complicated acute appendicitis.
RESULTS: A total of 132 patients, 83 male (62.9%) and 49 female (37.1%), were included in the study. The mean age was 34.7±13.40 years. Based on the histopathological examination, the number of patients in Group I was 103 (78.03%) and 29 (21.96%) in Group II. Laboratory findings on admission revealed no significant differences between Groups I and II patients in terms of mean serum NLR, MER, and CRP values (p=0.096, p=0.248, and p=0.297, respectively). However, the mean serum PLR in Group II patients was statistically significantly higher than those in Group I (p=0.032). The mean serum monocyte and monocyte fraction (%) values were significantly lower, and the mean serum neutrophil fraction (%) value was higher in Group II patients compared to those with Group I. Receiving operator characteristic (ROC) analysis identified a serum PLR cutoff value of ≥133.73 for distinguishing uncomplicated and complicated acute appendicitis in adult patients, with 60% sensitivity and 58.4% specificity. In addition, ROC analysis revealed a cutoff monocyte fraction (%) level of ≤6, with 72% sensitivity and 64% specificity, for distinguishing uncomplicated and complicated acute appendicitis in adult patients.
CONCLUSION: Our findings indicate that the mean serum NLR, MER, and CRP values measured on admission to ED in adult patients with acute appendicitis could not predict complicated acute appendicitis. However, mean serum PLR and neutrophil and monocyte counts can be useful in distinguishing complicated cases.

16.Examination of the change in sexual functions and anxiety as the pregnancy progresses and the effect of nulliparity on this change
Omer Demir, Hidayet Sal, Mirac Ozalp, Merve Bulut Adas, Turhan Aran, Mehmet Armagan Osmanagaoğlu
PMID: 37719246  PMCID: PMC10500246  doi: 10.14744/nci.2022.85226  Pages 514 - 520
Amaç: Bu araştırmanın amacı; aynı gebelerde her üç trimesterda cinsel fonksiyonlarını ve kaygı düzeylerini incelemek, trimesterler arasında nasıl değiştiklerini ve nulliparitenin bu değişimlere etkisini gözlemlemektir.
Araç ve yöntemler: Bu prospektif klinik çalışma 2019 ve 2021 yılları arasında Üniversite Hastanesinde yürütülmüştür. Sağlıklı, heteroseksüel gebeler bu çalışmaya dahil edildi ve gebeliğin üç trimesterindeki kaygı düzeyleri ile cinsel işlevleri hakkında ardışık görüşmeler yapıldı. Çalışmaya katılanlar, Kadın Cinsel İşlev İndeksi (FSFI) formu ve Beck Anksiyete Envanteri (BAI) olmak üzere iki anket doldurdu. Tüm veriler SPSS 21 istatistik yazılımı kullanılarak analiz edildi.
Sonuçlar: Gebeliğin üç trimesterında, dahil edilme kriterlerini karşılayan ve anket formlarını dolduran toplam 35 gebe vardı. Çalışma grubunun 19'u nullipardı (%54,3). FSFI skorları, her üç trimesterde de cinsel işlev bozukluğunu teşhis etmek için gereken eşik değerin altında olduğu bulundu. Anksiyete puanları her üç dönemde de hafif düzeyde anksiyete ile uyumlu olarak istatistiksel anlamlı bulundu. Üç dönem boyunca anket puanlarının varyans analizinde, hem FSFI puanları hem de BAI puanları için istatistiksel bir anlamlılık bulundu. Nulliparitenin dönemler arası değişime etkisi olmadığı görülmüştür.
Tartışma: Gebeliğin 3. trimesterine yaklaştıkça cinsel işlevler azalır ve kaygı artar. Üç aylık dönemler arasında cinsel işlevlerde ve anksiyetede anlamlı değişiklik üzerinde paritenin anlamlı bir etkisi yoktu. (NCI-2022-5-21)
OBJECTIVE: The objective of the study is to examine the sexual functions and anxiety levels of the same pregnant women during the three periods of pregnancy, and to observe how they change between trimesters and also the effect of nulliparity on these changes.
METHODS: This prospective clinical study was conducted between 2019 and 2021 in the University Hospital. Healthy, heterosexual pregnant women were included in this study and were consecutively interviewed regarding their anxiety levels and sexual function in the three trimesters of pregnancy. Participants in the study filled out two questionnaires, the Female Sexual Function Index (FSFI) form and the beck anxiety inventory (BAI). All data were analyzed using SPSS 21 statistical software.
RESULTS: There were a total of 35 pregnant women who met the inclusion criteria and completed the questionnaire forms in the three trimesters of pregnancy. Nineteen of the study group were nulliparous (54.3%). FSFI scores were found to be below the cutoff value required to diagnose sexual dysfunction in all three trimesters. The anxiety scores were found to be statistically significantly compatible with mild anxiety in all three periods. In the variance analysis of the survey scores over the three periods, a statistical significance was found for both the FSFI scores and the BAI scores. It was observed that nulliparity had no effect on the change between periods.
CONCLUSION: Sexual functions decrease and anxiety increases as we approach the 3rd trimester of pregnancy. There was no significant effect of the parity on the significant change in sexual functions and anxiety between trimesters.

CASE REPORT
17.An atypical presentation of COVID-19: Hidden risk for seniors to misdiagnose
Esra Ates Bulut, Guzin Ozden, Ahmet Turan Isik
PMID: 37719254  PMCID: PMC10500241  doi: 10.14744/nci.2022.35336  Pages 521 - 523
Koronavirüs hastalığı (COVID-19) salgını Mart 2020'de Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından pandemi olarak ilan edildi. Klinik belirtiler arasında öksürük, ateş, nefes darlığı, miyalji, koku ve tat duyusu kaybı yer almaktadır. Literatürde cilt bulguları, diyare, konfüzyon, fonksiyonel azalma gibi daha az görülen ekstrapulmoner belirti ve semptomlar bildirilmiştir. Birden fazla komorbiditesi olan yaşlı hastalar; organ sistemlerindeki değişiklikler, multimorbidite, bilişsel bozukluk, duyusal rahatsızlıklar nedeniyle ciddi hastalık ve ölüm için daha büyük risk altındadır ve atipik prezentasyonlara karşı savunmasızdır. Bu vakada, anjiyoödem ve akut ürtiker ile başvuran COVID-19 pnömonisi tanısı alan 77 yaşında bir hasta bildirilmiştir. Öksürük veya nefes darlığı gibi hastalığın tipik belirtileri olmasa da hastanın laboratuvar değerleri ve akciğer görüntülemesi COVID-19 ile uyumluydu. Bu nedenle, hafif belirtiler veya deri bulguları ile başvuran yaşlı hastalarda COVID-19 tanısı düşünülmelidir. (NCI-2022-2-1)
The outbreak of coronavirus disease (COVID-19) was announced as a pandemic by the World Health Organization in March 2020. Clinical manifestations include cough, fever, dyspnea, myalgia, and loss of sense of smell and taste. Less common extrapulmonary signs and symptoms such as cutaneous manifestations, diarrhea, confusion, functional decline have been reported in the literature. Older patients with multiple comorbidities are at a greater risk for severe disease and death and are vulnerable to atypical presentations due to changes in organ systems, multimorbidity, cognitive impairment, and sensory disturbances. In this case, a 77-year-old patient diagnosed with COVID-19 pneumonia presented with atypically acute urticaria with angioedema was reported. Although there were no typical signs of the disease, such as cough or shortness of breath, the patient’s laboratory values, and chest imaging were compatible with COVID-19. Therefore, the diagnosis of COVID-19 should be considered in older patients presenting with subtle signs or cutaneous manifestations.

18.A rare benign tumor of the liver mimicking angiosarcoma: Anastomosing hemangioma
Rashad Ismayilov, Berrin Babaoglu, Onur Keskin
PMID: 37719253  PMCID: PMC10500233  doi: 10.14744/nci.2022.21957  Pages 524 - 526
Karaciğerin anastomozlaşan hemanjiyomu oldukça nadir olup literatürde olgu sunumları ile kısıtlıdır. Tümörün en önemli özelliği iyi diferansiye anjiyosarkomlarla karıştırılarak gereksiz cerrahilere sebebiyet vermesidir. Bu nedenle az rastlanan bu tümörün görüntüleme ve patolojik karakterinin iyi tanımlanması önem arzetmektedir. Biz bu yazıda karaciğerde anastomozlaşan hemanjiyom tanısı konulan 53 yaşında kadın hastayı sunuyoruz. (NCI-2022-4-5/R1)
Anastomosing hemangioma of the liver (AHL) is a very rare condition and limited to a few cases. It is often confused with well-differentiated angiosarcomas and causes overtreatment. In this report, we present a 53-year-old female patient diagnosed with AHL. Since the tumor is rarely seen, it is important to define well the imaging and pathological features for preventing unnecessary surgeries and related morbidities.

19.From open wound treatment to primary soft-tissue non-Hodgkin lymphoma diagnosis; a challenging case report
Ahmet Askar
PMID: 37719250  PMCID: PMC10500239  doi: 10.14744/nci.2022.24650  Pages 527 - 530
Primer ekstranodal yumuşak doku lenfomaları nadirdir. Doğaları gereği etkilemiş oldukları bölgelerde belirgin şişkinliğe neden olurlar ve sıklıkla Sarkomalar gibi patolojilerle karışabilirler. Sağ uylukta şişkinlik şikâyeti ile başka bir kliniğe başvuran, Anaplastik Pleomorfik Sarkom tanısı konulan ve operasyon planlanan genç bir erkek hastanın zorlu deneyimlerini sunmaktayız. Operasyonu reddeden hasta sağ uyluğunda enfekte açık yara şikâyeti ile acil servisimize başvurdu. Antibiyoterapi, doku debridmanı, larva tedavisi ve negatif basınçlı yara terapisi ile açık yara başarılı bir şekilde kapatıldı. Bu sırada, patoloji revizyonu yapılan hastada Diffüz Büyük B-Hücreli Lenfoma olduğu anlaşıldı. Sorunsuz servis takibinin ardından hasta tedavisini tamamlamak üzere hematoloji kliniğine yönlendirildi. Bu olgu, genç hastalarda sonuçları ağır olabilecek cerrahi müdahale kararları verilmeden önce alternatif tanıları düşünmenin önemine vurgu yapmaktadır. (NCI-2021-12-9)
Primary soft-tissue extranodal lymphomas are rare clinical entities. By their natures, they can cause significant swelling around the affected extremities, and they can be easily misdiagnosed with other conditions like sarcomas. We share an unfortunate experience of a young male patient who was admitted to another clinic with complaints of a large mass in his right thigh, the patient has been diagnosed with anaplastic pleomorphic sarcoma, and he was scheduled for surgery. The patient refused the operation and was admitted to our emergency clinic with an open wound on his right thigh. Successful open wound management was achieved with antibiotic therapy, tissue debridement, larvae therapy, and Vacuum-assisted closure. Meanwhile, the pathologic re-examination revealed diffuse large B-cell lymphoma. After an uneventful follow-up, the patient was referred to the hematology clinic. This case highlights the importance of considering alternative diagnoses before making surgical intervention decisions that may result in unpleasing consequences.

REVIEW
20.Molecular epidemiology of carbapenem-resistant Acinetobacter baumannii isolates in Turkiye: Systematic review
Elmas Pinar Kahraman Kilbas, Imdat Kilbas, Ihsan Hakki Ciftci
PMID: 37719251  PMCID: PMC10500232  doi: 10.14744/nci.2022.17003  Pages 531 - 539
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), karbapenem dirençli Acinetobacter baumannii'yi antibiyotiğe dirençli bakterilerin küresel öncelik listesinde "kritik" bir patojen olarak belirlemiştir. Bu çalışma, Türkiye'de son 12 yılda karbapenem dirençli A. baumannii izolatlarının moleküler epidemiyolojisini ve direnç/patogenez ile ilişkili gen bölgelerinin prevalansını sistematik derleme yöntemi kullanarak tartışmayı amaçlamaktadır. Çalışmamız literatür taraması, uygunluk ve dışlama kriterlerinin belirlenmesi, çalışmaların nitel analizi, veri çıkarma ve istatistiksel analizden oluşmaktadır. Tüm çalışmalar, Sistematik İncelemeler ve Meta-Analizler için Tercih Edilen Raporlama Öğeleri (PRISMA) yönergelerine göre analiz edildi. Karbapenem dirençli A baumannii suşlarındaki blaOXA-23, blaOXA-23 benzeri, blaOXA-24/40, blaOXA-24/40 benzeri, blaOXA-51, blaOXA-51 benzeri, blaOXA-58 ve blaOXA-58 benzeri genlerinin insidans oranları sırasıyla %76.4, %68.6, %1.2, %3.4, %97.0, %98.6, %8.4 ve %17.1 olarak bulundu. blaOXA-23 ve blaOXA-58 gen bölgelerinin prevalansının yıllar içinde istatistiksel olarak anlamlı bir değişim gösterdiği belirlendi. blaOXA-23 geni bulunduran A. baumannii suşlarının yüksek prevalansı nedeniyle, coğrafi dağılım, transpozon ve plazmid hareketlerinin takip edilmesi gerekmektedir. Mevcut verilere dayanarak, karbapenem dirençli A. baumannii suşlarının moleküler gözetimi standardize edilmelidir. Ayrıca yüzeylerde uzun süre canlı kalabilen karbapenemlere dirençli A. baumannii suşlarına karşı etkin mücadele kapsamında uygulanan sterilizasyon ve dezenfeksiyon işlemleri düzenli olarak gözden geçirilmelidir. (NCI-2022-8-6/R1)
The World Health Organization has designated carbapenem-resistant Acinetobacter baumannii (CRAB) as a “critical” pathogen on the global priority list of antibiotic-resistant bacteria. This study aims to discuss the molecular epidemiology of CRAB isolates in Turkiye in the last 12 years and the prevalence of gene regions associated with resistance or pathogenesis using a systematic review method. Our study consists of a literature search, determination of eligibility and exclusion criteria, qualitative analysis of studies, data extraction, and statistical analysis. All studies were analyzed according to the Preferred Reporting Items for Systematic Reviews and Meta-Analysis Guidelines. The incidence rates of blaOXA-23, blaOXA-23-like, blaOXA-24/40, blaOXA-24/40-like, blaOXA-51, blaOXA-51-like, blaOXA-58, and blaOXA-58-like genes in CRAB strains were 76.4%, 68.6%, 1.2%, 3.4%, 97.0%, 98.6%, 8.4%, and 17.1%, respectively. It was determined that the prevalence of the blaOXA-23 and blaOXA-58 gene regions showed a statistically significant change over the years. Due to the high prevalence of A. baumannii strains carrying the blaOXA-23 variant, it is necessary to follow its geographical distribution and transposon and plasmid movements. Based on available data, molecular surveillance of CRAB strains should be standardized. In addition, sterilization and disinfection processes applied within the scope of an effective struggle against CRAB strains that can remain live on surfaces for a long time should be reviewed frequently.

LETTER TO THE EDITOR
21.Erratum

PMID: 37719259  PMCID: PMC10500231  doi: 10.14744/nci.2023.75418  Page 540
(NCI-2023-8-5)

LookUs & Online Makale