EDITORIAL | |
1. | Front Matter Pages I - VIII |
RESEARCH ARTICLE | |
2. | The effects of clinicopathological and imaging findings on recurrence and survival in mammary Paget’s disease Hakan Baysal, Cem Ilgin Erol, Begumhan Baysal, Ibrahim Ali Ozemir, Mehmet Sait Ozsoy, Fatih Buyuker, Gozde Kir, Orhan Alimoglu PMID: 37829736 PMCID: PMC10565753 doi: 10.14744/nci.2023.77010 Pages 541 - 549 Amaç: Memenin Paget hastalığı (MPD) meme kanserinin nadir görülen bir prezentasyon tipidir. Bu çalışmanın amacı, MPD'nin invaziv komponentini, lokorejyonel nüksünü, prognozunu ve sağkalımını etkileyen klinikopatolojik ve görüntüleme özelliklerini değerlendirmektir. Yöntemler: On yıllık dönemde MPD nedeniyle ameliyat edilen hastalar çalışmaya dahil edildi. Mamografi (MMG) ve manyetik rezonans görüntüleme (MRG) bulguları, tümör evresi, moleküler alt tip, aksiller tutulum, invaziv karsinom varlığı, lokorejyonel nüks, genel sağkalım (OS) ve hastalıksız sağkalım (DFS) parametreleri saptandı ve istatistiksel olarak analiz edildi. p<0.05 istatistiksel anlamlı olarak belirlendi. Bulgular: Çalışma grubu yaş ortalaması 67.05±14.43 (dağılım: 23-90) yıl olan 49 kadından oluşmaktaydı. İnvaziv karsinom varlığı ile MRG'de kitle lezyonu arasında anlamlı bir ilişki vardı (p=0.002). Sentinel lenf nodu (SLN) metastazı sıklığı multisentrik tümörü olan hastalarda anlamlı olarak daha yüksekti (p=0.029; p<0.05). Lokorejyonel rekürrens ve uzak metastaz aksiller tutulumu olan hastalarda anlamlı olarak daha sıktı (p=0.0336; p<0.05). Ortalama DFS 115.02±7.28 ay iken ortalama OS 119.29±6.57 ay idi. Sonuçlar: MRG'de kitle lezyonu varlığının MPD'de invaziv karsinomu tanımada anlamlı olduğu belirlenmiştir. SLN metastazı oranı multisentrik tümörü olan hastalarda tek odaklı tümörü olan hastalara göre daha yüksek saptandı. Aksiller tutulum azalmış DFS ile ilişkili bulunmuştur. (NCI-2023-8-17) OBJECTIVE: Mammary Paget’s disease (MPD) is a rare presentation type of breast cancer. The aim of this study was to evaluate the clinicopathological and imaging features affecting the invasive component, loco-regional recurrence, prognosis, and survival of MPD. METHODS: Patients who had undergone surgery due to MPD in a 10-year period were included. Parameters including mammography and magnetic resonance imaging (MRI) findings, tumor stage, molecular subtype, axillary involvement, presence of invasive carcinoma, loco-regional recurrence, overall survival (OS), and disease-free survival (DFS) were recorded and statistically analyzed. P<0.05 was determined as statistically significant. RESULTS: The study group consisted of 49 women with a mean age of 67.05±14.43 (range: 23–90) years. There was a significant association between the presence of invasive carcinoma and a mass lesion in the MRI (p=0.002). The frequency of sentinel lymph node (SLN) metastasis was significantly higher in patients with multicentric tumors (p=0.029; p<0.05). Locoregional recurrence and distant metastasis were significantly more frequent in patients with axillary involvement (p=0.0336; p<0.05). The mean DFS was 115.02±7.28 months, while the mean OS was 119.29±6.57 months. CONCLUSION: The presence of a mass lesion on MRI was determined to be significant in recognizing invasive carcinoma in MPD. The rate of SLN metastasis was higher in patients with multicentric tumors than in patients with unifocal tumors. Axillary involvement was associated with impaired DFS. |
3. | Factor 5 and Factor 2 heterozygous positivity and complications in living donor liver transplant donors Ender Anilir, Alihan Oral, Tolga Sahin, Fatih Turker, Yildiray Yuzer, Yaman Tokat PMID: 37829741 PMCID: PMC10565751 doi: 10.14744/nci.2023.49354 Pages 550 - 555 Amaç: Faktör 2 ve faktör 5 mutasyonları, en yaygın prokoagülan genetik bozukluklardandır ve donör hazırlığında rutin olarak değerlendirilmektedir. Homozigot mutasyonlar ameliyat için kontrendikedir, ancak heterozigot mutasyonların engel olduğunu söylenemez. Faktör 2 ve/veya Faktör 5 heterozigot gen mutasyonunun komplikasyonlar üzerine etkisini araştırmayı amaçladık. Yöntemler: Çalışmamızda 210 canlı karaciğer donörü incelendi. Faktör 2 ve 5 heterozigot pozitifliği bulunan donörlerden, data bilgilerine ulaşabildiğimiz 21 hasta donör incelemesi, 30 hastaya ait greft karaciğer alıcı sonuçları açısından değerlendirildi. Heterozigot pozitif grup ile kontrol grubu yaş, cinsiyet, hastanede kalış süresi, postoperatif Derin ven trombozu (DVT), pulmoner emboli, portal ven trombozu (PVT), safra kanalı stenozu ve safra kaçağı komplikasyonları, akciğer enfeksiyonu, atelektazi ve yara enfeksiyonu açısından istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Ayrıca bu hastalar laboratuvar testleri açısından istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Ek olarak, mutant greft implante edilen alıcılardaki komplikasyonlar istatistiksel ve sayısal olarak değerlendirildi. Bulgular: Hastanede kalış süresi istatistiksel olarak heterozigot mutasyonlu donör grubunda kontrol grubuna göre daha uzundu. Postoperatif ortalama Hemoglobin (hb) ve albümin kan düzeyleri mutant donörlerde daha düşüktü (p=0.031, p=0.016). Kontrol grubunda INR ve ALT düzeyleri heterozigot mutasyonlu donör grubuna göre istatistiksel olarak daha yüksekti (p=0.005, p=0.047). Alıcılarda safra yolu komplikasyonları ve hepatik damar trombozları açısından heterozigot mutant gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Sonuç: Bu mutasyonların varlığında hastanede kalış sürelerinin daha uzun olduğu düşünüldüğünde bu süreçte tedavi ihtiyacının artacağı bilinmeli, karaciğer fonksiyonları yakın takip edilmelidir. (NCI-2023-6-17) OBJECTIVE: Factor 2 and Factor 5 mutations are among the most common procoagulant genetic disorders and are routinely evaluated in donor preparation. Homozygous mutations are contraindicated for surgery, but heterozygous mutations cannot be said to be an impediment. We aimed to investigate the effect of heterozygous gene mutation of F2 and/or F5 on complications. METHODS: In our study, 210 living liver donors were examined. The available data of Factor 2 and 5 heterozygous positive donors were evaluated in terms of 21 donor patients and 30 liver recipients. The heterozygous positive group and the control group were statistically compared in terms of age, gender, length of hospital stay, post-operative deep vein thrombosis, pulmonary embolism, portal vein thrombosis, bile duct stenosis and bile leakage complications, lung infection and atelectasis, and wound infection. In addition, these patients were statistically compared in terms of laboratory tests. In addition, complications in recipients implanted with mutant grafts were evaluated statistically and numerically. RESULTS: Hospital staying was longer statistically in the donor group with heterozygous mutations than in the control group. Hemoglobin and albumin blood levels were lower (p=0.031, p=0.016); INR and ALT levels were higher (p=0.005, p=0.047) statistically in the control group than in the donor group with heterozygous mutations. There was no statistically significant difference between heterozygous mutant groups in terms of biliary tract complications and hepatic vessel thrombosis in recipients. CONCLUSION: Considering the longer hospital stay in the presence of these mutations, the increased need for treatment in this process and the close follow-up of liver functions should be considered. |
4. | Effectiveness of simultaneous umbilical hernia primary repair with laparoscopic cholecystectomy Ramazan Gundogdu, Serkan Erkan, Murat Kus, Huseyin Ozgur Aytac, Hakan Yabanoglu PMID: 37829743 PMCID: PMC10565757 doi: 10.14744/nci.2022.02700 Pages 556 - 559 Amaç: Umbilikal herni onarımı laparoskopik kolesistektomi ile eş zamanlı olarak kolaylıkla yapılabilmektedir. 1 cm'den büyük fıtıklar için meş kullanılması önerilir. Bu çalışmada laparoskopik kolesistektomi ile eş zamanlı olarak göbek fıtığı primer onarımı yapılan hastalar değerlendirildi. Bu yöntemin etkinliği ve vücut kitle indeksinin (VKİ) tedavi sonuçlarına etkisinin ortaya konulması amaçlandı. Gereç ve yöntem: 2014-2021 yılları arasında laparoskopik kolesistektomi ile eş zamanlı olarak umbilikal herni primer onarımı yapılan hastaların kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, VKİ, yatış süresi, nüks ve reoperasyon bilgileri ile takip süreleri incelendi. Hastalar VKİ'lerine göre üç grupta incelendi ve VKİ'nin tedaviye etkisi araştırıldı. Bulgular: Çalışmaya 71 hasta dahil edildi. Hastaların yaş, VKİ, yatış ve takip ortalama değerleri sırasıyla 63 (28-94), 31 (20-51) kg/m2, bir (1-25) gün ve 23 (0,6-76) ay idi. 8 hastada nüks tespit edildi. VKİ, nüks olan bir hastada <25 ve 5 hastada >30 idi. Yatış süresi, nüks ve tekrar ameliyat sayısı ile VKİ arasında anlamlı bir ilişki yoktu (p>0.05). Sonuç: Çalışmamızda nüks oranı meş kullanımı ile bildirilen çalışmalardan daha yüksek bulundu ve istatistiksel olarak anlamlı olmasa da nüks görülen hastaların çoğu obezdi. Eğer nüks oranı kabul edilebilir düzeyde ise umbilikal hernide primer sütür ile onarımın mümkün olduğu kanaatindeyiz. (NCI-2022-5-7/R1) OBJECTIVE: Umbilical hernia repair can be easily performed simultaneously with laparoscopic cholecystectomy. The use of mesh is recommended for hernias larger than 1 cm. In this study, patients with primary repair of umbilical hernia simultane-ously with laparoscopic cholecystectomy were evaluated. It aimed to present the effectiveness of this method and the effect of body mass index (BMI) on treatment results. METHODS: The records of patients who underwent primary repair of umbilical hernia simultaneously with laparoscopic cholecystectomy between 2014 and 2021 were reviewed retrospectively. Patients’ age, gender, BMI, length of hospital stay, recurrence and reoperation information, and follow-up times were analyzed. The patients were examined in three groups according to their BMI, and the effect of BMI on treatment was investigated. RESULTS: patients were included in the study. Median values of the patients for age, BMI, hospitalization, and follow-up were 63 (28–94), 31 (20–51) kg/m2, 1 (1–25) days, and 23 (0.6–76) months, respectively. Recurrence was detected in 8 patients. BMI was <25 in one patient with recurrence and >30 in 5 patients. There was no significant correlation between length of stay, number of relapse and reoperation, and BMI (p>0.05). CONCLUSION: In our study, the recurrence rate was found to be higher than the studies reported with the use of mesh, and most of the patients with recurrence are obese, although it is not statistically significant. If the recurrence rate is acceptable, we believe that repair with primary suture is feasible in umbilical hernia. |
5. | Investigation of cardiac adverse effects in COVID-19 ARDS patients treated with intravenous immunoglobulin Ayse Ayyildiz, Ozge Turgay Yildirim, Anil Ucan, Fatih Alper Ayyildiz, Fezan Mutlu PMID: 37829754 PMCID: PMC10565752 doi: 10.14744/nci.2023.50336 Pages 560 - 566 AMAÇ: COVID-19 enfeksiyonuna sekonder Akut Respiratuar Distress Sendromu’nda (CARDS) IVIG tedavisinin popülaritesi her geçen gün artmaktadır. Bu çalışmada IVIG tedavisi uyguladığımız CARDS hastalarımızda olası kardiyak etkileri retrospektif olarak değerlendirmeyi amaçladık. METOT: IVIG tedavisi almış CARDS hastalarının demografik ve klinik özellikleri, mortalite durumları, tedavi boyunca ardışık bakılmış olan elektrokardiyografi (EKG), ekokardiyografi (EKO),kardiyak markerler ve diğer laboratuvar parametreleri kaydedilmiştir. BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 68.7±13.6 olup %70.5’i kadındı. Ortalama yoğun bakımda yatış gün sayısı 18.2±9.7 olup mortalite oranı %35.2 olarak kaydedildi. Ardışık EKG takiplerinde herhangi bir patolojik ritme ya da iskemik değişikliğe rastlanılmadı. Ardışık EKO takiplerinde ise istatistiksel olarak anlamlı olmasa da tedavi sonu sPAP değerleri numerik olarak daha düşük bulundu. SONUÇ: Çalışmamız IVIG tedavisinin COVID-19 hastalarında kardiyovasküler yan etkiler açısından güvenle kullanabilineceğini göstermektedir. Fakat bu hastalarda yüksek koagülopati riski nedeni ile COVID-19 enfeksiyonunda IVIG tedavisi kullanımı kardiyovasküler risklerin oluşabilme potansiyelini arttırabileceğinden yakın monitorizasyon ile izlenmelidir. Kardiyak parametrelerin izlemi de hastalarda yüksek kardiyovasküler riski öngördürebileceğinden dolayı önemlidir. Bu sebeple hastalara bu yan etkilerden korunmak için düşük infüzyon hızları, steroid kombinasyonu, yeterli hidrasyon ve etkili bir antikoagülasyon tedavisi gerekmektedir. (NCI-2022-5-15) OBJECTIVE: The popularity of intravenous immunoglobulin (IVIG) therapy in Acute Respiratory Distress Syndrome (CARDS) secondary to COVID-19 infection is increasing day by day. In this study, we aimed to retrospectively evaluate the possible cardiac effects in our CARDS patients treated with IVIG. METHODS: Demographic and clinical characteristics, mortality, sequential electrocardiography (ECG), echocardiography, cardiac markers, and other laboratory parameters of CARDS patients who received IVIG treatment were recorded. RESULTS: The mean age of the patients was 68.7±13.6%, and 70.5% were female. The mean number of days of hospi-talization in the intensive care unit was 18.2±9.7, and the mortality rate was recorded as 35.2%. No pathological rhythm or ischemic change was observed in sequential ECG follow-ups. However, in consecutive ECO follow-ups, the sPAP values at the treatment end were numerically lower, although not statistically significant. CONCLUSION: Our study suggests that IVIG therapy may be used safely in COVID-19 patients with cardiovascular side effects. However, due to the high risk of coagulopathy in these patients, the use of IVIG therapy in COVID-19 infection should be monitored with close monitoring, as it may increase the potential for cardiovascular risk. Furthermore, monitoring cardiac parameters are also essential as it may predict high cardiovascular risk in patients. For this reason, patients need lower infusion rates, steroid combination, adequate hydration, and effective anticoagulation therapy to avoid these side effects. |
6. | Body fat percentage and infarct size in patients with non-ST segment elevation myocardial infarction Aylin Sungur, Mustafa Azmi Sungur, Baris Simsek, Ozan Tezen, Ahmet Cagdas Yumurtas, Duygu Inan, Duygu Genc, Fatma Can, Can Yucel Karabay PMID: 37829751 PMCID: PMC10565745 doi: 10.14744/nci.2023.87259 Pages 567 - 574 AMAÇ: Obezite, koroner kalp hastalığı riskini arttıran küresel bir sağlık sorunudur. Bununla birlikte yapılan çalışmalarda, hastalık geliştiğinde obez hastaların normal vücut kitle indeksine (BMI) sahip hastalara göre daha iyi prognoza sahip oldukları gözlenmiş ve bu durum ‘obezite paradoksu’ olarak adlandırılmıştır. Biz bu çalışmada, ST-segment yükselmesiz miyokard infarktüsü (NSTEMI) hastalarında BMI’nın yanı sıra vücut yağ yüzdesi (BFP) ve rölatif yağ kütlesi (RFM) ile değerlendirilen obezitenin, pik kreatin kinaz-MB (CK-MB) ile değerlendirilen infarktüs boyutu üzerine olan etkisini değerlendirmeyi amaçladık. YÖNTEM: Ocak 2017 ve Ocak 2022 tarihleri arasında NSTEMI tanısı alan ve koroner anjiyografi yapılan ardışık hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. BMI, BFP ve RFM hesaplamaları için gerekli antropometrik verileri ve seri CK-MB ölçümleri olan hastalar çalışmaya dahil edildi. BMI, ağırlık(kg)/[boy(m)]2 formülü ile hesaplandı. Hastalar, temel özelliklerin karşılaştırılması açısından obez (BMI≥30 kg/m2) and obez olmayan (BMI<30 kg/m2) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Antropometrik verilerden BFP ve RFM hesaplandı. İnfarktüs boyutunun bağımsız öngördürücüleri, lineer regresyon analizi ile belirlendi. BULGULAR: Çalışmaya toplam 748 NSTEMI hastası (ortalama yaş 59,3±11,2 yaş, %76,3’ü erkek, %36,1’i obez) dahil edildi. Kadın, hipertansif ve diyabetik hasta yüzdesi obez hasta grubunda anlamlı olarak daha yüksek, sigara içiciliği anlamlı olarak daha düşüktü. Pik CK-MB seviyeleri gruplar arasında benzerdi. Obez hastalarda hastane içi sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu daha yüksekti ve koroner anjiyografide ciddi koroner arter hastalığı daha az gözlendi. Çok değişkenli regresyon analizinde; diyabetes mellitus, sistolik kan basıncı, beyaz kan hücresi sayısı, hemoglobin ve BFP (β=-4,8, %95 güven aralığı= -8,7;-0,3, p=0,03) infarktüs boyutunun bağımsız öngördürücüleri olarak belirlendi. SONUÇ: Yüksek BFP, NSTEMI’li hastalarda daha küçük infarktüs boyutu ile ilişkilidir. Bu bulgular, bu hasta grubundaki obezite paradoksunu desteklemekle birlikte bu konuda randomize kontrollü çalışmalar gerekmektedir. (NCI-2023-7-13) OBJECTIVE: Obesity is a global health problem that increases the risk of coronary artery disease (CAD). However in studies, it has been observed that when the disease develops, obese patients have a more favorable prognosis than leaner patients. This is called the “obesity paradox.” This study aims to evaluate the effect of obesity assessed with body fat percentage (BFP) and relative fat mass (RFM) besides body mass index (BMI) on infarct size (IS) estimated from peak creatine kinase-MB (CK-MB) levels in patients with non-ST-segment elevation myocardial infarction (NSTEMI). METHODS: Patients with a diagnosis of NSTEMI who underwent coronary angiography between January 2017 and January 2022 were retrospectively evaluated. Patients without available anthropometric data to calculate BMI, BFP, and RFM and serial CK-MB measurements were excluded from the study. BMI was calculated using weight(kg)/(height[m])2 formula. Patients were dichotomized as obese (BMI≥30 kg/m2) and non-obese (BMI<30 kg/m2) to compare baseline characteristics. BFP and RFM were calculated from anthropometric data. Linear regression analysis was performed to define predictors of IS. RESULTS: Final study population consisted of 748 NSTEMI patients (mean age was 59.3±11.2 years, 76.3% were men, 36.1% of the patients were obese). Obese patients were more likely to be female, hypertensive, and diabetic. Smoking was less frequently observed in obese patients. Peak CK-MB levels were similar among groups. Obese patients had higher in-hospital left ventricular ejection fraction, and less severe CAD was observed in coronary angiographies of these patients. Multivariable regression analysis identified diabetes mellitus, systolic blood pressure, white blood cell count, hemoglobin, and BFP (β=-4.8, 95% CI=-8.7; -0.3, p=0.03) as independent predictors of IS. CONCLUSION: Higher BFP is associated with smaller IS in NSTEMI patients. These findings support the obesity paradox in this patient group, but further, randomized controlled studies are required. |
7. | Comparison of the effects of general and spinal anesthesia for cesarean delivery on maternal and fetal outcomes: A retrospective analysis of data Mesure Gul Nihan Ozden, Senem Koruk, Zeynep Collak, Nur Panik PMID: 37829746 PMCID: PMC10565739 doi: 10.14744/nci.2023.25593 Pages 575 - 582 Amaç: Sezaryen için genel veya spinal anestezi uygulanmaktadır ve her iki anestezi yönteminin de anne ve yenidoğan üzerinde farklı etkileri vardır. Bir yıllık verilerin analiz edildiği bu retrospektif çalışmada genel veya spinal anestezinin maternal ve neonatal sonuçlara etkilerinin incelenmesi amaçlandı. Yöntemler: 883 sezaryen doğumda anestezi tekniği, anne yaşı, gebelik yaşı, gebelik sayısı, önceki sezaryen doğum sayısı, maternal komplikasyonlar ve sezaryen doğum endikasyonları incelendi. Ayrıca yenidoğanın kilosu ve Apgar skoru, göbek kordonu kan gazı değerlerine bakıldı. Bulgular: Genel anestezi grubunda yenidoğan yoğun bakım ihtiyacı, spinal anestezi grubunda Apgar skoru daha yüksek ancak neonatal mortalite benzerdi. Umbilikal kord Ph ve laktat genel anestezi grubunda daha düşük, PCO2 değerleri daha yüksekti. Neonatal kilo, anne yaşı, gestasyonel yaş ve Apgar skorları neonatal mortalite için prediktif iken anestezi tekniği prediktif değildi. Sonuç: Spinal anestezi ile göbek kordonu kan gazı değerleri daha az etkilenirken ve yenidoğan yoğun bakım ihtiyacı daha az olurken, sezaryen anestezisinde maternal ve neonatal morbidite ve mortalite göz önüne alındığında her iki anestezi yönteminin de anne ve yenidoğan için güvenle kullanılabileceği kanısındayız. (NCI-2023-6-19) OBJECTIVE: General or single-shut spinal anesthesia (SA) is applied for cesarean section and both methods of anesthesia have different effects on the mother and newborn. This retrospective study, in which 1-year data were analyzed, was aimed to examine the effects of general or SA on maternal and neonatal outcomes. METHODS: Anesthesia technique, mother’s age, gestational age, number of pregnancies, previous cesarean delivery number, maternal complications, and indications for cesarean delivery were analyzed in 883 cesarean deliveries. In addition, weight and Apgar scores of newborn and umbilical cord blood gas values were examined. RESULTS: Neonatal intensive care need was higher in the general anesthesia (GA) group, Apgar scores were higher in the SA group, but neonatal mortality was similar. The umbilical cord Ph and lactate were lower; PCO2 values were higher in the GA group. Neonatal weight, mother’s age, gestational age, and Apgar scores were predictive for neonatal mortality, but anesthesia technique was not. CONCLUSION: While umbilical cord blood gas values were less affected and the need for neonatal intensive care was lower with SA, we believe that both anesthesia methods can be used safely for mother and neonatal in cesarean anesthesia considering maternal and neonatal morbidity and mortality. |
8. | Expression of nectin-4 in prostate cancer Melike Ordu, Mustafa Karaaslan, Mehmet Emin Sirin, Mehmet Yilmaz PMID: 37829757 PMCID: PMC10565758 doi: 10.14744/nci.2023.36034 Pages 583 - 588 AMAÇ: Nectin-4, plasenta ve trakeada fizyolojik koşullarda bulunan, immünoglobulin benzeri moleküllerin nektin familyasına ait bir transmembran proteinidir ve birçok kanser türünde ekspresyonu gösterilmiştir. Bu çalışmada prostat kanseri dokularında ilk kez nectin-4 ekspresyonunu araştırmayı amaçladık. YÖNTEM: Transrektal ultrasonografi kılavuzluğunda primer prostat biyopsisi veya transüretral prostat rezeksiyonu yapılan ve atipik küçük asiner proliferasyon (ASAP) ve insidental prostat kanseri saptanan 82 hastanın prostat patolojisi örneklerini retrospektif olarak inceledik. Prostat kanserli doku örnekleri AMACR için kontrol olarak kullanılmış ve aynı dokudaki iyi huylu prostat bezleri negatif kontrol sağlamıştır. Nectin-4 ekspresyonunun yoğunluğu ve kapsamı, belirli bir yoğunlukta boyama yoğunluğu (skor 0-3) ve boyalı hücrelerin yüzdesi (0-100) olarak tanımlanan histokimyasal puanlama sistemi kullanılarak mikroskobik olarak belirlendi. BULGULAR: 82 numunenin tamamında nectin-4 ve AMACR ekspresyonunun immünohistokimyasal analizini gerçekleştirdik. AMACR ekspresyonu Gleason skor (GS) <7 (n=24, %100), 7 (n=18, %100) ve ≥8 (n=15, %100) olan prostat kanseri dokularında pozitif bulunurken, ASAP örneklerinin tümünde negatifti (n=25, %100) (p<0.001). Nectin-4 ekspresyonu GS <7, GS 7 veya GS ≥8 örneklerinin hiçbirinde saptanmadı, ancak iyi huylu prostat bezi dokuları ve 25 (%100) ASAP örneğinin tamamında pozitif saptandı (p<0.001). SONUÇ: Nectin-4'ün prostat kanseri dokularında eksprese edilmediğini, ancak ASAP ve benign prostat bezi içeren dokularda eksprese edildiğini bulduk. Radikal prostatektomi materyallerini içeren daha fazla hasta ve örneklem ile yapılacak prospektif çalışmaların, Nectin-4 ile prostat kanseri arasındaki ilişkiyi daha net ortaya koyacağına inanıyoruz. (NCI-2023-1-6) OBJECTIVE: Nectin-4 is a transmembrane protein belonging to the nectin family of immunoglobulin-like molecules which is found in the placenta and trachea under physiological conditions and its expression has been shown in many cancer types. We aimed to investigate for the 1st time nectin-4 expression in human prostate cancer tissues. METHODS: We retrospectively analyzed the prostate pathology specimens of 82 patients who underwent initial transrectal ultrasound-guided prostate biopsy or transurethral prostate resection and were found to have atypical small acinar prolifera-tion (ASAP) and incidentally prostate cancer. Tissue samples with prostatic cancer were used as a control for alpha-methyla-cyl-CoA racemase (AMACR), and benign prostatic glands in the same tissue provided the negative control. The intensity and extent of nectin-4 expression were determined microscopically using the histochemical scoring system which was defined as the product of the staining intensity (score: 0–3) and percentage of stained cells (0–100) at a given intensity. RESULTS: We conducted immunohistochemical analysis of nectin-4 and AMACR expression in all 82 samples. While AMACR expression was positive in prostate cancer tissues with a GS of <7 (n=24, 100%), 7 (n=18, 100%), and ≥8 (n=15, 100%), it was negative in all ASAP samples (n=25, 100%) (p<0.001). Nectin-4 expression was not detected in any of the GS <7, GS 7, or GS ≥8 samples but was found in benign prostatic gland tissues and all 25 (100%) ASAP samples (p<0.001). CONCLUSION: We found that nectin-4 was not expressed in prostate cancer tissues but was expressed in ASAP-and benign prostate gland containing tissues. We believe that prospective studies with more patients and samples including radical prostatectomy materials will reveal the relationship between nectin-4 and prostate cancer more clearly. |
9. | Restrictive effects of thalasemia on respiratory functions: One centre experience Gizem Zengin Ersoy, Ercan Nain, Mehtap Ertekin, Ozlem Terzi, Ayse Senay Sasihuseyinoglu, Gurcan Dikme PMID: 37829756 PMCID: PMC10565749 doi: 10.14744/nci.2023.65768 Pages 589 - 596 Giriş: Talasemi majör (TM) hastalarında yetersiz şelasyon ile ilgili solunum fonksiyonları sıklıkla araştırılan bir konudur. Çalışmamızda kronik transfüzyon programında olan TM hastalarımızın akciğer fonksiyonlarını değerlendirerek yaş, ferritin düzeyleri ve transfüzyon öncesi hemoglobin değerleri ile ilişkilendirmeyi amaçladık. Yöntem: Altta kalp veya kronik solunum yolu hastalığı olmayan 97 hastanın (55 erkek ve 42 kız) boy, kilo, solunum fonksiyon testi (SFT) sonuçları, transfüzyon öncesi hemoglobin düzeyleri ve ferritin düzeyleri kaydedildi. SFT, zorlu hayati kapasite (FVC) ve bir saniyedeki zorlu ekspiratuar hacim (FEV1), bir saniyedeki zorlu ekspiratuar hacmin zorlu hayati kapasiteye (FEV1/FVC) oranı, tepe ekspirasyon akışı (PEF) ve zorlu orta- ekspirasyon akışından (MEF25-75) oluşmaktaydı. Veriler IBM SPSS V25 ile analiz edildi. Bulgular: 58 hastada (%60) düşük FVC, 26 hastada (%27,6) düşük FEV1 görüldü. 62 hastada (%64,5) düşük PEF, 8 hastada (%8,3) düşük MEF25-75 gözlendi. SFT, 75 hastada (%78.1) etkilendi. Pulmoner etkilenme restriktif patterndeydi. Yaş, boy ve ferritin değerleri MEF25-75'i anlamlı olarak etkiledi (p<0,05). Yaş ve transfüzyon öncesi hemoglobin değerlerinin FVC testi üzerinde anlamlı etkisi vardı (p<0,05). Ferritin değerleri ile MEF25-75 arasında zayıf bir negatif korelasyon vardı (r=-0,221); ve transfüzyon öncesi hemoglobin ile FVC arasında zayıf bir pozitif korelasyon vardı (r=0,222). Sonuç: Yaş ve boy FEV1, MEF25-75 ve PEF'i etkileyen ana risk faktörleri olarak bulunmuştur. Çalışmamızda, serum ferritin değerinin sadece MEF25-75 üzerinde etkili olduğu görülmüştür. TM hastalarının solunum fonksiyonları restriktif bir şekilde etkilenmiştir. (NCI-2023-4-8) OBJECTIVE: Respiratory functions in thalassemia major (TM) patients concerning poor chelation are a frequently researched issue. Our study aims to evaluate the lung functions of our patients with TM in the chronic transfusion program and to correlate them with their age, ferritin levels, and pre-transfusion hemoglobin values. METHODS: Height, weight, pulmonary function test (PFT) results, pre-transfusion hemoglobin levels, and ferritin levels of 97 patients (55 boys and 42 girls) without any underlying cardiac or chronic respiratory disease were recorded. PFT is consisted of forced vital capacity (FVC) and forced expiratory volume in one second (FEV1), the ratio of FEV1/FVC to peak expiratory flow (PEF), and forced mid-exhaled flow between 25% and 75% of mid-expiratory flow (MEF25-75). Data were analyzed with IBM SPSS V25. RESULTS: Low FVC was observed in 58 patients (60%), and low FEV1 was observed in 26 patients (27.6%). Low PEF was observed in 62 patients (64.5%), and low MEF25-75 was observed in 8 (8.3%). PFT was affected in 75 patients (78.1%). The pattern of involvement was restrictive. Age, height, and ferritin values significantly affected the MEF25-75 (p<0.05). Age and pre-transfusion hemoglobin values had a significant effect on the FVC test (p<0.05). There was a weak negative correlation between ferritin values and MEF25-75 (r=-0.221) and a weak positive correlation between pre-transfusion hemoglobin and FVC (r=0.222). CONCLUSION: Age and height are the main risk factors affecting FEV1, MEF25-75, and PEF. Serum ferritin has only an effect on MEF25-75 in our study. The respiratory functions of TM patients were affected in a restrictive pattern. |
10. | Clinical characteristics of mechanically ventilated children in pediatric intensive care unit: A single-center study Cansu Durak, Kubra Boydag Guvenc PMID: 37829748 PMCID: PMC10565742 doi: 10.14744/nci.2023.90767 Pages 597 - 601 Amaç: Mekanik ventilasyon (MV), pediatri alanında en zorlu ve önemli konu olmaya devam etmektedir. Altta yatan hastalık iyileşene kadar kardiyovasküler ve solunum sistemlerini destekleyen hayat kurtarıcı invaziv bir prosedürdür. Bu çalışmanın amacı, gelişmekte olan bir ülkedeki üçüncü basamak bir hastanenin pediatrik yoğun bakım ünitesindeki (ÇYBÜ) çocukların demografik profilini, klinik özelliklerini, mekanik ventilasyonun endikasyonlarını ve komplikasyonlarını ve sonuçlarını değerlendirmektir. Metot: Şubat 2022-Ocak 2023 tarihleri arasında Sancaktepe Şehit Prof. Dr. İlhan Varank Eğitim ve Araştırma Hastanesi ÇYBÜ'de mekanik ventilasyona ihtiyaç duyan pediatrik hastaların (0-18 yaş) demografik profili, klinik özellikleri, mekanik ventilasyon endikasyonları ve komplikasyonları ve sonuçları retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Yetmiş dokuz (%56.8) erkek olmak üzere toplam 139 hasta analiz edildi. Ortanca yaş 36 aydı (1-214). Solunum yolu hastalıkları (%38.8) en sık MV endikasyonuydu. Sepsis ile istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki ile %19.4'lük bir ölüm oranı gözlemledik (p=0.001). Diğer hastalıklarla karşılaştırıldığında, çok sayıda sepsis hastasının çeşitli kritik bakım tedavi modalitelerine ve uzun süreli solunum desteğine ihtiyaç duyduğu bulunmuştur. Sonuç: Mekanik ventilasyon ÇYBÜ'lerde vazgeçilmez bir tedavi yöntemi olsa da altta yatan hastalığa ek olarak morbidite ve mortalite riski taşıdığı da unutulmamalıdır. Bu nedenle ÇYBÜ'lerde deneyimli ekiplerin oluşturulması hastaların prognozuna önemli katkı sağlayabilir. (NCI-2023-5-24) OBJECTIVE: Mechanical ventilation (MV) remains the most challenging and important issue in the field of pediatrics. It is a life-saving, invasive procedure that supports the cardiovascular and respiratory systems until the underlying disease is cured. The aim of this study was to evaluate the demographic profile, clinical aspects, indications and complications of MV, and outcome of the children in the pediatric intensive care unit (PICU) of a tertiary hospital in a developing country. METHODS: The demographic profile, clinical aspects, MV indications and complications, and outcomes of pediatric patients (0–18 years of age) who required MV in the Sancaktepe Sehit Prof. Dr. Ilhan Varank Training and Research Hospital PICU from February 2022 to January 2023 were retrospectively reviewed. RESULTS: A total of 139 patients were analyzed, of whom 79 (56.8%) were males. The median age was 36 months (1–214). Respiratory diseases (38.8%) were the most common indication for MV. We observed a 19.4% mortality rate with a statisti-cally significant association with sepsis (p=0.001). Compared to other diseases, a large number of sepsis patients were found to require a variety of critical care treatment modalities and prolonged respiratory support. CONCLUSION: Although MV is an indispensable treatment method in PICUs, it should not be forgotten that it carries the risk of morbidity and mortality in addition to the underlying disease. Therefore, the establishment of experienced teams in PICUs could make an important contribution to the prognosis of the patients. |
11. | Evaluation of the predictive value of total IgE and absolute eosinophil levels on allergy test positivity Neslihan Ozkul Saglam, Mehmet Yasar Ozkars, Ugur Altas, Zeynep Meva Altas PMID: 37829744 PMCID: PMC10565740 doi: 10.14744/nci.2023.44827 Pages 602 - 608 Giriş: Atopik hastalıklar çocukluk çağında en sık görülen kronik durumlardır. Alerjik hastalıkların en iyi tedavisi erken teşhis ile mümkündür. Çalışmamızın amacı; astım, alerjik rinit (AR), atopik dermatit (AD) ve gıda alerjisi (GA) tanılı hastalarda total immünoglobulin E (IgE) ve eozinofil düzeylerinin alerji testi pozitifliği için öngörü değerini değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya astım, alerjik rinit, atopik dermatit ve besin alerjisi tanılı 0-18 yaş aralığındaki çocuk hastalar alındı. Hastaların demografik özellikleri, total İgE, eozinofil (mutlak ve %) değerleri, spesifik İgE ve deri prick testi sonuçları kaydedildi. Bulgular: Çalışmada 2665 hastanın verileri değerlendirildi. Hastaların %58,6'sı erkek iken; %41,4'ü kız idi. Hastaların ortanca yaşı hem spesifik İgE pozitif hem de deri prick testi pozitif hastalarda negatif olanlara kıyasla istatistiksel anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,001). Kriter pozitifliği; total İgE değeri ≥104,5 (AD için: 86,5, astım için: 116,5, AR için: 120,5, GA için: 42,5) ve mutlak eozinofil ≥500 ve/veya eozinofil (%) ≥%5 olarak kabul edilirse; test pozitifliği her hastalık grubu ve tüm hastalar için anlamlı düzeyde yüksekti (p<0,001). Sonuç: Total İgE ve eozinofil düzeyleri, atopik dermatit, astım ve alerjik rinit semptomları olan hastalarda atopiyi tanımlamak için kullanılabilir. Atopik hastalıkların tanı ve takibinin yönetiminde sağlık kaynaklarının daha iyi değerlendirilmesi için total İgE ve eozinofil değerleri uygun ve kolay elde edilebilir parametrelerdir. (NCI-2023-3-1) OBJECTIVE: Atopic diseases are the most common chronic conditions in childhood. The best treatment for allergic disease is possible with early diagnosis. The purpose of the study was to assess the predictive value of total immunoglobulin E (IgE) and eosinophil levels for allergy test positivity in patients diagnosed with asthma, allergic rhinitis (AR), atopic dermatitis (AD), and food allergy (FA). METHODS: Pediatric patients between 0 and 18 years old diagnosed with asthma, AR, AD, and FA were included in the study. Demographic characteristics of the patients, total IgE, eosinophil (absolute and %) values, specific igE (SPIGE), and skin prick test (SPT) results were recorded. RESULTS: The data of 2665 patients were evaluated in the study. Of the patients, 58.6% were male, whereas 41.4% were female. The median age of the children was significantly higher both in SPT-positive and SPIGE-positive patients (p<0.001). If the criteria positivity is accepted as total IgE value is ≥104.5 (for AD: 86.5, asthma: 116.5, AR: 120.5, FA: 42.5) and absolute eosinophil ≥500 and/or eosinophil (%) ≥5%; test positivity was higher for each disease and all patients (p<0.001). CONCLUSION: Total IgE and eosinophil levels can be used to identify atopy in patients with symptoms of AD, asthma, and AR. Total IgE and eosinophil values are suitable and easily obtainable parameters for better evaluation of health-care resources for the diagnosis and follow-up of atopic illnesses. |
12. | Evaluation of the triggers and the treatment models of anaphylaxis in pediatric patients Sevgi Sipahi Cimen, Ayse Suleyman, Esra Yucel, Nermin Guler, Zeynep Tamay PMID: 37829740 PMCID: PMC10565756 doi: 10.14744/nci.2022.68335 Pages 609 - 617 Amaç: Anafilaksi, akut ve yaşamı tehdit edebilen sistemik bir aşırı duyarlılık reaksiyonudur. Çalışmamızda anafilaksi tanısı konulan çocukların demografik ve klinik özelliklerinin yanı sıra reaksiyonların tetikleyicileri, risk faktörlerini ve atak esnasında oto-enjektör ile adrenalin kullanım oranlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Metod: Çalışma çocuk alerji polikliniğinde bir yıllık süre diliminde planlandı. Anafilaksi tanısı konulan çocukların verileri retrospektif olarak değerlendirilerek; demografik özellikler, saptanan anafilaksi nedenleri ve uygulanan tedavi modelleri oluşturulan çalışma formuna kaydedildi. Bulgular: Çalışma süresince ortanca yaşı 6,5 yıl (en küçük: 1 ay-en büyük: 17 yıl) olan 80 çocuğun anafilaksi tanısı aldığı belirlendi. Anafilaksi gelişiminin tetikleyici faktörü olarak iki yaş altında en sık besin kaynaklı (%73) olduğu, iki yaş üzerinde ise ilaç kullanımının (%70) olduğu saptandı. Anafilaksi ataklarının yarısına yakını (n: 41/80, %51,3) evde gerçekleşmişti. Anafilakside en sık görülen semptomların deri ve solunum sistemi (%98,8) ilişkili olduğu belirlendi. Şiddetli anafilaksi öyküsü olan hastaların ilk atak sırasında ortanca yaşları (n=29, %36,3) diğerlerinden anlamlı olarak büyüktü (p=0,007). Reaksiyon başlangıç yaşı (p=0,006) ve reaksiyonun hastane koşullarında ortaya çıkması (p<0,001) ciddi anafilaksi için önemli risk faktörleri olarak belirlendi. Hastaların çoğuna antihistaminik (%95,7) ve kortikosteroid (%78,3) tedavisi uygulanmışken, %78,3’üne adrenalin uygulanmıştı. Tekrarlayan anafilaksi atakları olan hastaların sadece %9,5’i adrenalin oto-enjektör kullanmıştı. Sonuç: Anafilaksi nedeni olarak 2 yaş altında besinlerin, 2 yaş üstünde ise ilaç kullanımının en önemli etken olduğu belirlendi. En sık görülen klinik bulgular solunum ve deri semptomlarıydı. Reaksiyonun başlangıç yaşının daha büyük olması ve reaksiyonun hastane koşullarında ortaya çıkması ciddi anafilaksi için önemli risk faktörleri olarak belirlendi. Hastalar tarafından adrenalin oto-enjektör kullanım sıklığının düşük olduğu belirlendi. (NCI-2022-8-1/R1) OBJECTIVE: Anaphylaxis is an acute, life-threatening systemic hypersensitivity reaction. We aimed to evaluate the demo-graphic and clinical characteristics of patients presenting with anaphylaxis, as well as triggers and risk factors, and to deter-mine the rate of adrenaline auto-injector (AAI) usage. METHODS: The study was planned in the pediatric allergy outpatient clinic over a 1-year period. The data of children diag-nosed with anaphylaxis were evaluated retrospectively; demographic characteristics, causes of anaphylaxis, and treatment modalities were recorded in the created study form. RESULTS: Eighty children (29 females) with a median age of 6.5 years (range: 1 month-17 years) were evaluated. The most common triggers were foods under 2 years of age (73%), and drugs (70%) above 2 years of age. Nearly half of the anaphylaxis episodes (n=41, 51.3%) occurred at home. Cutaneous and respiratory symptoms were the most commonly reported complaints (98.8%). The median age of the patients at the first attack with severe anaphylaxis (n=29, 36.3%) was significantly higher than the rest (p=0.007). The age at onset of the reaction (p: 0.006) and occurrence of the reaction in hospital conditions (p<0.001) were determined to be significant risk factors for severe anaphylaxis. Most of them received antihistamines (95.7%) and corticosteroids (91.3%), while 78.3% received adrenaline. Only 9.5% of patients with recurrent episodes of anaphylaxis used AAIs. CONCLUSION: Foods in infants and drugs in older children were the leading causative allergens of anaphylaxis. The most common clinical manifestations were respiratory and cutaneous symptoms. The older age at onset of the reaction and the occurrence of the reaction in hospital conditions were determined to be significant risk factors for severe anaphylaxis. It was determined that the frequency of AAI use was low among patients and their families. |
13. | Cost analysis of 25-hydroxy vitamin D tests in Turkiye with big data: A cross sectional study Mustafa Mahir Ulgu, Murat Caglayan, Naim Ata, Cigdem Sonmez, Mehmet Senes, Ozlem Gulbahar, Ataman Gonel, Suayip Birinci PMID: 37829737 PMCID: PMC10565744 doi: 10.14744/nci.2023.42899 Pages 618 - 625 AMAÇ: Toplumda D vitamini eksikliği prevalansının yüksek olması hekimlerin daha fazla D vitamini testi istemesine neden olmakta ve laboratuvar maliyetlerini artırmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı ulusal sağlık bilgi sisteminden elde edilen verilerle 25-hidroksivitamin D (25(OH)D) testinin istem sayısı ve maliyet analizlerinin araştırılması amaçlanmaktadır. YÖNTEM: Türkiye'de 2017-2018 yılları arasında tıbbi biyokimya laboratuvarlarında yatarak ve ayaktan yapılan tüm testler ve 25(OH)D testleri bölüm ve kurum tipi bazında belirlenmiştir. Maliyet tutarı, sağlık kurumları arasındaki dağılımı ve test isteme oranları hesaplandı. Her iki yılda da sağlık kurumlarına göre en pahalı ilk on test değerlendirildi. BULGULAR: 2017 ve 2018 yıllarında yapılan toplam tıbbi biyokimya test sayısı sırasıyla 1.424.948.155 ve 1.713.134.326 olup aynı yıllarda incelenen 25(OH)D testi sayısı ise sırasıyla 8.698.393 ve 13.919.127'dir. İki yılın verileri karşılaştırıldığında, 25(OH)D testi tüketimi Genel hastane laboratuvarlarında %37 iken diğer yandan birinci basamak sağlık kuruluşları laboratuvarlarında ise %115,09 arttı. Tüm sağlık kurumları değerlendirildiğinde 25(OH)D testi talebindeki artış oranı %60, maliyet artış oranı ise %23 olarak gerçekleşti. SONUÇ: Bu rapor, özellikle birinci basamak sağlık kuruluşlarında 25(OH)D testi taleplerinin hızla arttığını göstermiştir. Bu doğrultuda laboratuvar bilgi sistemlerinin talep kısıtlamalarını ulusal ve uluslararası kılavuzlara uygun olarak test etmesi politika yapıcılar için önemli konulardır. (NCI-2023-5-16) OBJECTIVE: The high prevalence of vitamin D deficiency in the population causes physicians to request more vitamin D tests and increases laboratory costs. It is aimed at investigating the demanded numbers and cost analyzes of 25-hydroxyvitamin D (25(OH)D) tests with the big data obtained from the national information health system of the Turkish Ministry of Health. METHODS: Between 2017 and 2018, all inpatient and outpatient tests and 25(OH)D tests in all medical biochemistry laboratories in Turkiye were determined based on department and institution type. The cost amount, distribution among health institutions, and test request rates were calculated. In both years, the top ten most expensive tests, according to health institutions, were evaluated. RESULTS: The total number of medical biochemistry tests performed in 2017 and 2018 was 1.424.948.155 and 1.713.134.326, respectively. The number of 25 (OH)D tests analyzed in the same years was 8.698.393 and 13.919.127, respectively. When the data of the 2 years are compared, the consumption of 25 (OH)D tests increased by 37% in General hospital laboratories, whereas it increased by 115.09% in primary health laboratories. When all health institutions were evaluated, the increase rate in 25 (OH)D test demand was 60%, while the cost increase rate was 23%. CONCLUSION: This report showed that the demands for 25(OH)D testing are increasing steeply, especially in primary health-care facilities. In this direction, laboratory information system test demand restrictions in accordance with national and international guidelines are important issues for policymakers. |
14. | Hypertriglyceridemia and its impact on hematological indicators: A study based on Turkish national health database Suayip Birinci, Mustafa Mahir Ulgu, Murat Caglayan, Naim Ata PMID: 37829738 PMCID: PMC10565748 doi: 10.14744/nci.2023.71235 Pages 626 - 630 AMAÇ: Hematokrit (Hct) / hemoglobin (Hb) oranı, sağlıklı bireylerde 3.0 iken bazı hastalıklarda değişkenlik gösterebilir. Gelişmekte olan bir ilgi alanı, trigliserit konsantrasyonlarının bu oran ve HbA1c seviyeleri üzerindeki potansiyel etkisidir. Bu çalışma, trigliserit konsantrasyonu arttıkça hemoglobin A1C (HbA1c) ve Hct/Hb oranındaki değişiklikleri belirlemeyi amaçlamıştır. YÖNTEM: Bu araştırma, Türkiye'de Ocak 2015 ile Aralık 2022 arasında alınan 35.656.613 laboratuvar örneğinin ilgili trigliserit, Hb, hematokrit (Htc) ve HbA1c sonuçları dahil olmak üzere kapsamlı bir analizini içermektedir. Trigliserit seviyeleri, her biri 0-3099 mg/dL aralığından 100 mg/dL artırılan 24 gruba ayrıldı. Her grup için Hb ve Htc'nin ortalama ve standart sapma değerleri hesaplandı ve Hct/Hb oranı grafiksel olarak gösterildi. BULGULAR: Gruplar arasında ortalama HbA1c değerleri 4,37±0,85 ile 7,76±3,19, Hb ortalamaları 9,75±1,7 ile 14,03±2,21, Htc ortalamaları 27,35±4,97 ile 38,86±5,66 ve Hct/Hb oranları 2,77 ile 3,03 arasında değişiyordu. Tüm örnekler için genel ortalama HbA1c için 5,15±0,13, Htc için 38,48±5,13, Hb için 12,73±1,65 ve Hct/Hb oranı için 3,02 olarak belirlendi. SONUÇ: Gruplar arasında ortalama HbA1c değerleri 4,37±0,85 ile 7,76±3,19, Hb ortalamaları 9,75±1,7 ile 14,03±2,21, Htc ortalamaları 27,35±4,97 ile 38,86±5,66 ve Hct/Hb oranları 2,77 ile 3,03 arasında değişiyordu. Tüm örnekler için genel ortalama HbA1c için 5,15±0,13, Htc için 38,48±5,13, Hb için 12,73±1,65 ve Hct/Hb oranı için 3,02 olarak belirlendi. (NCI-2023-6-20) OBJECTIVE: The hematocrit (Hct) to hemoglobin (Hb) ratio, generally at 3.0 in healthy individuals, can vary in certain disease states. An emerging area of interest is the potential influence of triglyceride concentrations on this ratio and hemoglobin A1C (HbA1c) levels. This study aimed to identify the changes in HbA1c and the Hct/Hb ratio as triglyceride concentration increases. METHODS: This research involved an extensive analysis of 35,656,613 laboratory samples taken between January 2015 and December 2022 in Türkiye, including the respective triglyceride, Hb, Hct, and HbA1c results. The laboratory test results were obtained from the national health database of the Turkish Ministry of Health. The triglyceride levels were divided into 24 groups, each incremented by 100 mg/dL from a range of 0–3099 mg/dL. Mean and standard deviation values of Hb and Hct were calculated for each group, and the Hct/Hb ratio was graphically represented. RESULTS: The average HbA1c values ranged between 4.37±0.85 and 7.76±3.19 across the groups, Hb averages ranged from 9.75±1.7 to 14.03±2.21, Hct averages from 27.35±4.97 to 38.86±5.66, and Hct/Hb ratios varied between 2.77 and 3.03. The overall average for all samples was identified as 5.15±0.13 for HbA1c, 38.48±5.13 for Hct, 12.73±1.65 for Hb, and 3.02 for the Hct/Hb ratio. CONCLUSION: It was observed that the Hct/Hb ratio gradually decreased as triglyceride levels increased. Evaluating anemia based on Hb concentration in individuals with hypertriglyceridemia might be misleading. It is recommended to use a correction factor based on triglyceride level. |
15. | Prevalence of appendicolith in children with acute appendicitis and its correlation with disease severity Cemil Oktay, Mehmet Goksu, Sibel Yavuz PMID: 37829752 PMCID: PMC10565747 doi: 10.14744/nci.2022.67984 Pages 631 - 635 Amaç: Apandisit, tipik olarak apendiks lümeninin tıkanmasına sekonder gelişir ve tıkanıklık nedenlerinden biri de apendikolitlerdir. Unkomplike apandisitin antibiyotik ile tedavisine artan ilgi ile birlikte, apendikolit varlığının nonoperatif tedavinin başarısını etkileyebileceğine dair çalışmalar apendikolit varlığını önemli bir konu haline getirdi. Ancak pediatrik yaş grubunda apendikolit prevalansı hakkında sınırlı veri mevcuttur. Bu çalışmanın amacı, apandisit tanılı çocuk hastalardaki apendikolit prevalansını ve apendikolit varlığının radyolojik olarak hastalık şiddeti ile ilişkisini belirlemektedir. Yöntemler: Mart 2021 ve Nisan 2022 tarihleri arasında, apandisit tanısı histopatolojik olarak doğrulanan, preoperatif bilgisayarlı tomografi (BT) görüntüsü bulunan 18 yaş altı hastalar retrospektif olarak tarandı. Hastaların BT’lerinde; apendikolit varlığı, var ise aksiyel plan en geniş boyutu ve direkt grafide görülebilirliği, apendiks çapı, inflamasyon derecesi ve histopatolojik olarak perforasyon varlığı değerlendirildi. Radyolojik olarak inflamasyon şiddeti 3 puanlık bir ölçekle değerlendirildi. Bulgular: Histopatolojik olarak apandisit tanısı doğrulanan 240 hastanın 77’sinde BT mevcuttu. Hastaların %39 (n=30)’u kız olup median yaş 13 yıldı. BT ile saptanabilen apendikolit prevalansı %32,5 (n=25) ve median apendikolit boyut 6 mm bulundu. Direkt grafide apendikolit sadece 1 hastada saptanabildi. Median apendiks çapı apendikoliti olan grupta, olmayanlara göre yüksek saptanmıştır (sırasıyla; 10 mm ve 8 mm, p<0.001). Apendikolit boyutu ile apendiks çapı arasında orta düzeyde korelasyon saptandı (r=0,407, p=0,043). Apandisit tanılı hastaların %10,4 (n=8)’ünde perforasyon mevcut olup bu hastaların %25 (n=2)’inde apendikolit vardı. Apendikolit varlığı ile perforasyon görülmesi arasında istatistiksel anlamlı bir ilişki saptanmadı (p=0,485). Periapendiküler inflamasyon derecesi apendikoliti olan grupta 1,52 ± 0,74, apendikoliti olmayan grupta 1,42 ± 0,63 bulunmuştur (p=0.591). Sonuç: Sonuç olarak, apandisit tanılı pediatrik hastalarda BT ile saptanabilen apendikolit prevalansı %32,5’tir. Ayrıca apendikoliti olan hastalarda, apendikoliti olmayanlara göre daha yüksek inflamasyon skoru ve daha büyük apendiks çapı saptanmıştır. Bu faktörler, antibiyotik ile tedavi edilen hastalardaki kötü sonuçların bir nedeni olabilir. Bu nedenle apendikolit prevalansının bilinmesi ve unkomplike apandisit tanılı hastalarda nonoperatif tedavi uygunluğuna karar vermede apendikolit varlığının sorgulanması klinisyene yol gösterici olabilir. (NCI-2022-6-29/R1) OBJECTIVE: Appendicitis typically develops secondary to obstruction of appendiceal lumen and one of the causes of obstruction is appendicolith. Appendicolith has become a relevant issue due to heightened interest in the treatment of uncomplicated appendicitis with antibiotics. This study aimed to determine the prevalence of appendicolith in pediatric patients with appendicitis and to investigate the association between the presence of appendicoliths and radiological disease severity. METHODS: Patients under the age of 18 diagnosed with appendicitis between March 2021 and April 2022 and had available preoperative computed tomography (CT) images were identified retrospectively. The presence of an appendicolith and if present, its longest diameter in the axial plane, its visibility on direct radiographs, appendiceal diameter, degree of inflammation, and the presence of perforation were evaluated. Radiological severity of inflammation was rated on a 3-point scale. RESULTS: CT scans were available in 77 (32.1%) of 240 patients with histopathologically confirmed diagnosis of acute appendicitis. 39% (n=30) of the patients were girls and the median age was 13 years. The prevalence of appendicoliths detected on CT scans was 32.5% (n=25) and the median size of appendicoliths was 6 mm. In only 1 patient, appendicolith was detected by direct radiography. The median appendiceal diameter was significantly greater in the group with appendicoliths (10 mm vs. 8 mm; p=0.001). A moderate correlation was found between appendicolith size and appendiceal diameter (r=0.407, p=0.043). Perforation was present in 10.4% (n=8) of the patients with appendicitis and 25% (n=2) of them had appendicoliths. The presence of appendicoliths was not significantly associated with the occurrence of perforation (p=0.485). Periappendiceal inflammation scores were 1.52±0.74 in the group with appendicoliths and 1.42±0.63 in the group without appendicoliths (p=0.591). CONCLUSION: The prevalence of CT-detected appendicoliths was 32.5% in pediatric patients with appendicitis. Patients with appendicoliths showed higher inflammation scores and greater appendiceal diameter than those without appendicoliths. These factors may be associated with poor outcomes in patients with appendicoliths treated with antibiotics. Therefore, knowledge of the prevalence of appendicoliths and questioning their presence may guide clinicians when deciding on the suitability of nonoperative treatment in a patient diagnosed with uncomplicated acute appendicitis. |
16. | Differentiating renal cell carcinoma and oncocytoma with volumetric MRI histogram analysis Ozlem Akinci, Furkan Turkoglu, Mustafa Orhan Nalbant, Ercan Inci PMID: 37829753 PMCID: PMC10565746 doi: 10.14744/nci.2023.26122 Pages 636 - 641 Amaç: Bu çalışmada, difüzyon ağırlıklı görüntülemeden (DAG) elde edilen histogram parametrelerinin renal hücreli karsinomu (RCC) onkositomdan ayırt etmede faydası araştırılmıştır. Yöntem: Çalışmaya 2015-2023 arasında, histopatolojik olarak RCC ve onkositom tanısı konulan ve manyetik rezonans görüntülemesi (MRG) mevcut olan 126 hasta dahil edildi. Hastaların demografik bilgileri, cerrahi kayıtları, ameliyat öncesi MRG sonuçları, MRG ADC histogram analizi ve ameliyat sonrası histopatolojik sonuçları dahil olmak üzere çeşitli özelliklerini gözlemledik. 5., 10., 25., 50., 75., 90. ve 95. çeyrek puanlarla birlikte ortalama, minimum ve maksimum gibi ADC ölçüm hesaplamaları yapıldı. Ek olarak, bu veri noktalarının çarpıklığını, basıklığını ve varyansını da not ettik. Bulgular: Çalışma grubu 75 kadın ve 51 erkekten oluşmaktaydı. Bunlardan 82'sine RCC, 44'üne onkositom teşhisi kondu. Onkositom kohortu arasındaki 5., 10., 25., 50., 75., 90. ve 95. kuantil bölünmeler dahil olmak üzere ADCmin, ADCmedian, ADCmean, ADCmax dahil tüm ADC parametrelerinin RCC grubundan daha yüksek olduğu gözlendi. Minimum ADC değeri ile ADC ölçümlerinin 5. yüzdeliği (p<0.001), ADC ortalaması (p=0.050) ve ADC verilerinin 10. (p=0.002) ve 25. (p=0.015) miktarları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık tespit edildi. ROC analizinde, eğrinin altındaki bölge (EAB) dikkate alındığında, ADCmin değeri % 75.0 duyarlılık ve % 68.2 özgüllük ile 0.739 olarak kaydedildi. Sonuç: Onkositomu RCC'den ayırt etmek için, tam tümör histogramı ve ADC değerlerinin dokusal analizinin yapılması yararlı olabilir. (NCI-2023-6-21) OBJECTIVE: In this study, the utility of histogram parameters derived from diffusion-weighted imaging for differentiate renal cell carcinoma (RCC) from oncocytoma was investigated. METHODS: This research tracked 126 individuals who were diagnosed with RCC and oncocytoma through histopathological analysis, using magnetic resonance imaging (MRI) assessments from 2015 to 2023. We observed various attributes of these patients, including demographic details, surgical records, pre-surgery MRI results, MRI apparent diffusion coefficient (ADC) histogram analysis, and post-surgery histopathological outcomes. Calculations of ADC measurements such as mean, minimum, and maximum in conjunction with the 5th, 10th, 25th, 50th, 75th, 90th, and 95th quantile points were made. In addition, we also noted the skewness, kurtosis, and variance of these data points. RESULTS: The focus group for this investigation consisted of 75 male and 51 female patients. Out of these, 82 were diagnosed with RCC and 44 with oncocytoma. All ADC parameters including ADCmin, ADCmedian, ADCmean, and ADCmax, including the 5th, 10th, 25th, 50th, 75th, 90th, and 95th quantile divisions among the oncocytoma cohort were observed to be higher than the corresponding ones in the RCC group. A statistically meaningful difference was discovered between the minimum ADC value along with the 5th ranking of ADC measurements (p<0.001), in addition to mean of ADC (p=0.050), and the 10th (p=0.002) and 25th (p=0.015) quantiles of ADC data. When considering the region below the curve (AUC) in ROC analysis, the value of ADCmin was recorded as 0.739, with a sensitivity of 75.0%, and specificity of 68.2%. CONCLUSION: To distinguish oncocytoma from RCC, it may be useful to conduct a whole-tumor histogram and textural analysis of ADC values. |
17. | Chronic fatigue syndrome in caregivers of children with cerebral palsy and affecting factors Tugce Pasin, Bilinc Dogruoz Karatekin, Ozge Pasin PMID: 37829755 PMCID: PMC10565759 doi: 10.14744/nci.2023.53533 Pages 642 - 650 Amaç: Bu çalışmada serebral palsili çocukların annelerinde kronik yorgunluk sendromu (KYS) sıklığı, uyku bozuklukları ve yaşam kalitesi düzeyleri çocuğun fonksiyonel durumuna göre karşılaştırıldı. Gereç-Yöntem: Bakım verenler sırasıyla sosyodemografik veri formu, Chalder Yorgunluk Ölçeği (CYÖ), Yorgunluk Şiddet Ölçeği (YŞÖ), Pitsburg Uyku Kalitesi İndeksi ve Kısa Form-12 ile değerlendirildi. Ayrıca serebral palsili çocuğun fonksiyonel durumu Kaba Motor Fonksiyon Sınıflandırma Sistemi (KMFSS), El Becerileri Sınıflandırma Sistemi (EBSS), İletişim Fonksiyon Sınıflandırma Sistemi (İFSS) ve Yeme ve İçme Yetenek Sınıflandırma Sistemi (YİYS) ile değerlendirildi. Bulgular: CDC-1994 kriterlerine göre araştırmaya katılan annelerin %80,4'ünde (n=45) KYS vardır. Ev kadınlarının CYÖ ve YŞÖ puan ortalamaları tam zamanlı çalışanlardan anlamlı olarak yüksek bulunurken (sırasıyla p=0,002; p=0,003), KF-12 Motor bileşen puan ortalamaları anlamlı olarak daha düşük bulundu (p=0,007). Ev hanımı oranı KYS tanılı olanlarda anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,001). Kanonik korelasyon analizi sonucunda bağımsız değişkenler ile bağımlı değişken veri setleri arasındaki ilişki 0,815 olarak elde edilmiştir. Bağımsız değişkenler arasında en yüksek etkiye sahip değişken EBSS değişkeni iken, bağımlı değişkenleri açıklama yüzdesi en yüksek değişken CYÖ değişkenidir. Sonuç: Serebral palsili çocukların annelerinde kronik yorgunluk sendromu sıklığı çok yüksektir ve kronik yorgunluk sendromunun varlığı ve şiddeti üzerindeki en önemli faktörler annenin mesleki durumu ve çocuğun el becerileridir. (NCI-2023-7-25) OBJECTIVE: In this study, the frequency of chronic fatigue syndrome (CFS), sleep disturbances, and quality of life levels in mothers of children with cerebral palsy (CP) was compared in relation to the functional status of the child. METHODS: The caregivers were evaluated with the sociodemographic data form, Chalder fatigue scale (ChFS), Fatigue Se-verity Scale (FSS), Pittsburgh Sleep Quality Index, and Short Form-12, respectively. In addition, the functional status of the child with CP was evaluated with the gross motor function classification system, manual ability classification system (MACS), communication function classification system, and eating and drinking ability classification system. RESULTS: According to CDC-1994 criteria, 80.4% of the participating mothers have CFS (n=45). While the mean ChFS and FSS scores of housewives were found to be significantly higher than those of full-time workers (p=0.002; p=0.003, respectively), the mean SF-12 MCS was found to be significantly lower (p=0.007). The rate of housewives was found to be significantly higher in those diagnosed with CFS (p<0.001). The relationship between independent variables and dependent variables data sets as a result of canonical correlation analysis was obtained as 0.815. While the variable with the highest effect among the independent variables is the MACS variable, the variable with the highest percentage of explanation for the dependent variables is ChFS. CONCLUSION: The frequency of CFS is very high in mothers of children with CP, and the most important factors in the presence and severity of CFS are the mother’s occupational status and the child’s manual skills. |
18. | Cutaneous leishmaniasis of the eyelids: Retrospective evaluation of 18 patients Armagan Ozgur, Isa An PMID: 37829745 PMCID: PMC10565750 doi: 10.14744/nci.2023.71205 Pages 651 - 656 Amaç: Kutanöz leishmaniasis (KL)’ de göz kapağı tutulumu nadir olmasına rağmen tanı gecikirse ve tedavi edilmezse ciddi oküler komplikasyonlara neden olabilmektedir. Bu çalışmadaki amacımız KL tanısı konulan ve göz kapağı tutulumu olan hastaların klinik özelliklerini, tanı ve tedavi yöntemlerini ve eşlik eden oküler komplikasyonları incelemektir. Metot: Bu retrospektif çalışmada Deri ve zührevi hastalıkları kliniğimizde Mayıs 2018 – Ekim 2022 tarihleri arasında KL tanısı konulan ve göz kapağı tutulumu olan 18 hastanın klinik özellikleri, hastalığın tanı ve tedavi yöntemleri ve eşlik eden oküler komplikasyonlar incelendi. Sonuçlar: Hastaların 10(%55)’ u erkek, 8(%45) ‘i kadın idi. En sık tek taraflı alt göz kapağı tutulumu [9 hasta (%50)] mevcuttu. En sık şalazyon benzeri lezyonlar [8 hasta(%45)] gözlendi. Bütün hastalara KL tanısı direk mikroskopik inceleme ile konuldu ve sistemik meglumin antimonate tedavisi verildi. Hiçbir hastada herhangi bir oküler komplikasyona rastlanılmadı. Sonuç: KL’ de göz kapağı tutulumu olabileceği akılda tutulmalı ve olası oküler komplikasyonların önüne geçmek için bu olguların oftalmolojik muayeneleri yapılmalı ve erken dönemde tedaviye başlanmalıdır. (NCI-2022-11-13) OBJECTIVE: Although eyelid involvement is rare in cutaneous leishmaniasis (CL), it can cause severe ocular complications if the diagnosis is delayed and not treated. Our purpose in this study is to examine the clinical characteristics, diagnosis, and treatment methods as well as accompanying ocular complications in patients with CL diagnosis and eyelid involvement. METHODS: In this retrospective study, the clinical characteristics, diagnosis, and treatment methods of the disease as well as accompanying ocular complications were examined for 18 patients with CL diagnosis and eyelid involvement between May 2018 and October 2022 in our Dermatology and venereal diseases clinic. RESULTS: 10 (55%) of the patients were male and 8 (45%) were female. Unilateral lower eyelid involvement was most common (9 patients [50%]). Chalazion-like lesions (8 patients [45%]) were observed most commonly. All patients were diagnosed with CL by direct microscopic examination and were given systemic meglumine antimonate treatment. No ocular complications were observed in any of the patients. CONCLUSION: It should be kept in mind that eyelid involvement may occur in CL, and ophthalmological examinations of these cases should be performed and treatment should be initiated in the early period to prevent possible ocular complications. |
19. | Evaluation of the effect of unilateral and bilateral inferior oblique myectomy on fundus torsion in primary and secondary inferior oblique overaction Omer Faruk Yilmaz, Halit Oguz PMID: 37829742 PMCID: PMC10565743 doi: 10.14744/nci.2023.74875 Pages 657 - 665 Giriş: Bu makalenin amacı primer ve sekonder inferior oblik hiperfonksiyonda (İOH) unilateral ve bilateral inferior oblik miyektominin (İOM) fundus torsiyonuna etkisini değerlendirmektedir. Yöntemler: Çalışmamızda son iki yılda tek cerrah tarafından İOM yapılan 32 hastanın 53 gözüne ait 230 OCT incelendi. Operasyon öncesi 1. hafta, 1. ay, 3. ay ve 6. ay OCT görüntülerinden Disk-fovea açısı (DFA) hesaplandı. DFA optik diskin geometrik merkezinden geçen yatay çizgi ile foveayı optik diskin geometrik merkezine bağlayan çizgi arasındaki açının dijital olarak ölçülmesiyle hesaplandı. DFA intorsiyon, normal torsiyon ve ekstorsiyon olarak 3 grupta sınıflandırıldı. Bulgular: Çalışmamızda tüm hastalar birlikte değerlendirildiğinde İOM istatistiksel olarak 3. ayda ortalama DFA'yı azaltmaktadır (p=0.00). Ortalama DFA, sekonder İOH’lu kişilerde primere göre daha yüksekti (p=0.24). Bilateral İOM 3. ayda hem DFA'yı (p=0.00) hemde iki göz arasındaki DFA farkını azalttı (p=0.583). Unilateral İOM 1. haftada DFA'yı azalmak yerine artırdı (p=0594) ve ameliyat sonrası iki göz arasındaki DFA farkını artırdı (p=0.477). Macula lokalizasyonunu intorsiyon, normal torsiyon ve ekstorsiyon olarak değerlendirdiğimizde, bilateral İOM sonrası 3. ayda ekstorsiyon 36'dan dokuza düştü ve sadece iki hastada intorsiyon görüldü. Unilateral İOM, primer İOH'da fundus torsiyonunda anlamlı değişiklik yapmadı ve sekonder İOH’da 6 gözün 3'ünde (%50) intorsiyona neden oldu. Sonuç: Unilateral İOM, sekonder İOH’lu hastalarda klinik başarı sağlasa bile iki göz arasındaki DFA farkını artırmakta ve hastaların %50'sinde makulada intorsiyona neden olmaktadır. Tek taraflı İOM yapılan 11 hastanın 3'ünde (%27,3) cerrahi sonrası diğer gözde maskelenmiş İOH tespit edildi. Unilateral cerrahiye karar verirken her iki göz arasında DFA farkının artması, ameliyat edilen gözde intorsiyon ve diğer gözde maskeli İOH ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır. (NCI-2023-2-9) OBJECTIVE: This article evaluates the effects of unilateral and bilateral inferior oblique myectomy (IOM) on fundus torsion in primary and secondary inferior oblique overaction (IOOA). METHODS: This study analyzed 230 OCT images of 53 eyes of 32 patients who had undergone IOM by a single surgeon in the last two years. The disc-foveal angle (DFA) was calculated by digitally measuring the angle between the horizontal line passing through the geometric center of the optic disc and the curved line connecting the fovea to the geometric center of the optic disc. DFA was classified into intorsion, normal torsion, and extortion. The DFA was measured from the OCT images before the operation in the first week, first month, third month, and sixth month. RESULTS: When all the patients in our study were evaluated together, IOM statistically reduced the mean DFA in the third month (p=0.00). The DFA was higher in the secondary IOOA group than in the primary IOOA group (p=0.24). Bilateral IOM statistically significantly reduced DFA in the third month (p=0.00) and decreased the DFA difference between the two eyes in the third month (p=0.583). Unilateral IOM increased the DFA, rather than decreasing it, in the first week in operated eyes (p=0594) and increased the DFA difference between the two eyes after surgery (p=0.477). When we evaluated the localization of the macula as an intorsion, normal intorsion, or extortion, the extortion decreased from 36 to nine in the third month after bilateral IOM, and intorsion was seen in only two. Unilateral surgery did not significantly change fundus torsion in primary IOOA, and it caused intorsion in 3 of 6 (50%) operated eyes in secondary IOOA. CONCLUSION: Although unilateral IOM provides a clinical improvement in secondary IOOA, it increases the difference in DFA between both eyes and causes intorsion in 50% of patients. Masked IOOA was detected in 3 of 11 (27.3%) patients who underwent unilateral IOM. When deciding on unilateral surgery, the possibility of increased DFA difference between both eyes, intorsion in the operated eye, and masked IOOA in the other eye should be considered. |
20. | Ber-EP4 staining patterns on basal cell carcinomas Seyma Ozkanli PMID: 37829747 PMCID: PMC10565738 doi: 10.14744/nci.2022.25675 Pages 666 - 674 AMAÇ: Bu çalışmada baş, boyun ve vücudun diğer bölgelerindeki primer ve tekrarlayan bazal hücreli karsinomların (BCC) Ber-EP4 (EpCAM- epitelyal hücre adhezyon molekülü) ekspresyonunu analiz etmek, histolojik tip, prognostik parametreler ve klinik bilgilerle korelasyonunu ve Ber-EP4 ün boyanma şiddeti ve boyanma paternlerini araştırmayı hedefledik. YÖNTEM: Bazal hücreli karsinom tanısı alan 201 hastanın deri biyopsilerindeki Ber-EP4 boyanma paternleri değerlendirildi. Ber-EP4 boyanmasının şiddeti ve boyanmanın tümördeki lokalizasyonu (periferde, yüzeyde veya diffüz olması) ile tümörün prognostik parametreleri arasında ilişki olup olmadığına bakıldı. BULGULAR: 201 olgunun 199’unda boyanma mevcut olup 2 olguda boyanma görülmemiştir. Boyanma olan olguların %25,6’sında (n=51) boyanma zayıf şiddette, %25,6'sında (n=51) orta şiddette, %48,8'inde (n=97) şiddetli idi. Boyama paternlerine bakıldığında olguların %31.2’sinde (n=62) tümörün periferinde boyanma, %4.0’ünde (n=8) yüzeyde boyanma, %54.7’sinde (n=109) yaygın boyanma ve %10.1 (n=20) inde periferik ve yüzeyel boyanma görüldü. SONUÇLAR: Ber-EP4, BCC’lerde tanı amaçlı yaygın kullanılan tek antikordur. Rutin dermatopatoloji pratiğinde BCC’yi oluşturan tümör hücrelerinde farklı boyanma oran ve paternlerinin görülmesi patologları bazen zorlamaktadır. BCC’lerde Ber-EP4 boyanmasını araştıran çalışmaların az vaka sayıları ile yapıldığı ve bu çalışmalarda boyanma şiddeti ve boyanma lokalizasyonu değerlendirilmeden, sadece fokal alanda boyanma olmasının bile pozitif kabul kriteri olarak kabul edildiği görülmektedir. Çalışmamız en çok vaka sayısına sahip olan ve Ber-EP4 boyanma şiddetini ve lokalizasyonu değerlendiren ilk çalışmadır. (NCI-2022-5-5/R1) OBJECTIVE: This article aimed to study two different parameters of basal cell carcinoma (BCC): First, to analyze the expres-sion of antihuman epithelial antigen (Ber-EP4) on the primary and recurrent BCCs on the head, neck, and other body parts and second, to find Ber-EP4’s staining pattern and staining intensities correlation between histological type, demographic data, tumor, and its prognostic parameters. METHODS: We evaluated the Ber-EP4 staining patterns of 201 patients diagnosed with BCC. We analyzed the possible correlation between the tumor’s prognostic parameters and the Ber-EP4 staining intensity and its pattern (peripheral, superficial, or diffused). RESULTS: In 199 out of the 201 cases, staining was observed. Two cases were unstained. In 25.6% (n=51) of the cases with staining, the staining was weak, on the 25.6% (n=51), it was moderate, and on the 48.8% (n=97), it was severe. The staining pattern was 31.2% (n=62) peripheral, 4.0% (n=8) superficial, 54.7% (n=109) diffuse, and 10.1% (n=20) peripheral and superficial. CONCLUSION: Ber-EP4 is the only antibody commonly used for BCC diagnosis; the existence of different staining intensities and patterns in BCC tumor cells in routine dermatopathology practice limit the pathologists. The studies investigating Ber-EP4 staining in BCCs were conducted with very small numbers of cases. In these studies, even the presence of staining in the focal area was considered to be a positive acceptance criterion; the staining intensity and pattern were not evaluated. Therefore, our study is the first study with a high number of cases and the first to include an evaluation of Ber-EP4 staining’s intensity and localization. |
21. | Retrospective evaluation of adverse reactions after subcutaneous allergen-specific immunotherapy in children with house dust mite allergy Ugur Altas, Aysen Cetemen, Zeynep Meva Altas, Emre Akkelle, Mehmet Yasar Ozkars PMID: 37829749 PMCID: PMC10565755 doi: 10.14744/nci.2023.78871 Pages 675 - 680 AMAÇ: Güvenli ve etkin bir tedavi seçeneği olarak kabul edilmesine rağmen, Subkutan alerjen immünoterapisi (SKİT) sonucunda yan etki gözlemlenebilmektedir. Çalışmamızda SKİT uygulanan çocuklarda tedavi sonrası lokal ve sistemik reaksiyon görülme sıklığı ve bu reaksiyonlar ile ilişkili olabilecek faktörlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmamıza Çocuk Alerji ve İmmünoloji Polikliniğinde Kasım 2013- Nisan 2022 tarihleri arasında SKİT uygulanan, ev tozu akarı alerjisi olan, astım ve/veya alerjik rinit tanılı 138 hasta dahil edilmiştir. Hastaların sosyodemografik, klinik, laboratuvar özellikleri ve SKİT sonrası yan etki gelişimi hasta dosyalarından incelenmiştir. BULGULAR: Çalışmada değerlendirilen 138 hastanın medyan yaşı 9.0 yıldı. %56,5’i (n=78) erkek, %43,5’i (n=60) kadındı. Hastalar; %55,1 (n=76) oranında astım ve alerjik rinit tanılıydı. Kliniğimizde tüm hastalara toplam 7366 adet SKİT enjeksiyonu uygulandı. Toplam yan etki sayısı 118 idi. Hastaların %50,7’sinde (n=70) enjeksiyon sonrası en az bir kez yan etki görüldü. Enjeksiyon başına yan etki gelişimi oranı %1,6 idi (Lokal: %1,0, geniş lokal: %0,1, sistemik: %0,5). SONUÇ: Çalışmamız kapsamında SKİT uygulanan hastalarda ciddi sistemik yan etki ve ölüm görülmese de; çocuklarda SKİT uygulanması sırasında yan etki gelişimi açısından dikkatli olunmalıdır. (NCI-2022-12-17) OBJECTIVE: Although it is accepted as an effective and safe treatment way, side effects can be observed as a result of subcutaneous immunotherapy (SCIT). In our study, it was aimed to evaluate the local and systemic reactions in children after SCIT and the factors that may be associated with these reactions. METHODS: Our study included 138 house dust mite allergic patients with asthma and/or allergic rhinitis who underwent SCIT in the Pediatric Allergy and Immunology Outpatient Clinic between November 2013 and April 2022. Sociodemographic, clinical, laboratory features, and development of adverse reactions after SCIT were analyzed from patient files. RESULTS: The median age of 138 patients was 9.0 years. About 56.5% (n=78) were male, 43.5% (n=60) were female. Of the patients, 55.1% (n=76) had asthma and allergic rhinitis. A total of 7366 SCIT injections were administered to all patients in our clinic. The total number of observed adverse reaction was 118. 50.7% of the patients (n=70) experienced at least one adverse reaction after SCIT. The rate of development of adverse reactions per injection was 1.6% (local: 1.0%, large local: 0.1%, systemic: 0.5%). CONCLUSION: Although serious systemic reactions and death were not observed in our patients; care should be taken in terms of the development of adverse reactions during SCIT in children. |
22. | Evaluation of the relation between HBA1C and MPV, PDW levels of patients with Type 2 diabetes admitted in internal medicine polyclinics Funda Aktas, Mehmet Burak Aktuglu PMID: 37829739 PMCID: PMC10565741 doi: 10.14744/nci.2023.01205 Pages 681 - 686 AMAÇ: Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik, geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Diyabet hastalarında mortalitenin en temel nedeni vasküler komplikasyonlar olarak değerlendirilmektedir. Vasküler komplikasyonların gelişiminde ise trombosit aktivasyonun rol aldığı bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı tip 2 Diabetes Mellitus (DM2) hastalarında birinci basamak sağlık kuruluşlarında değerlendirebildiğimiz parametreler olan HbA1c ve trombosit aktivasyon belirteci olduğu düşünülen artmış MPV ve PDW düzeyleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmekti. YÖNTEM: Çalışmamızda 01.01.2022-31.06.2022 tarihleri arasında hastanemiz İç hastalıkları polikliniğine başvuran 600 hastanın, bilgi yönetim sistemi üzerinden epikrizleri incelenerek verilerine ulaşıldı. Çalışmaya Hba1c düzeyi 6.5 altında 300 bireylik kontrol grubu ile 7-8.5, 8.5-10 ve >10 olan 100 er olmak üzere 300 hasta dahil edildi. Hastaların HbA1c, MPV PDW düzeyleri kaydedildi. BULGULAR: 01.01.2022-31.06.2022 tarihleri arasında hastanemiz İç hastalıkları polikliniğine başvuran 600 hastadan, 412 katılımcı kadın iken 188 katılımcı ise erkektir. Katılımcıların ortalama 46.91±12.68 yaşında oldukları, en küçük katılımcının 18 yaşında en büyük katılımcının ise 66 yaşında olduğu belirlenmiştir. Çalışmaya katılan katılımcıların ortalama HbA1c değerinin 7.6 ±2.4 olduğu, en küçük HbA1c değerinin 4.3 en büyük HbA1c değerinin ise 19.3 olduğu belirlenmiştir. Katılımcıların ortalama MPV değerinin 10.1± 1.1 olduğu, en küçük MPV değerinin 7.7 en büyük MPV değerinin ise 13.3 olduğu belirlenmiştir. Katılımcıların ortalama PDW değerinin 16.0± 0.4 olduğu, en küçük PDW değerinin 14.8, en büyük PDW değerinin ise 17.2 olduğu belirlenmiştir. SONUÇ: Bu çalışmada MPV ve PDW düzeylerinin hasta grubunun HbA1c değer aralıklarına göre istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık gösterdiği tespit edilmiştir. Buna göre HbA1c değer aralığı >10 olan katılımcıların MPV ve PDW düzeyleri daha yüksektir. HbA1c değer aralığı arttıkça MPV ve PDW düzeylerinin de arttığı görülmüştür. (NCI-2023-8-14) OBJECTIVE: Diabetes is a chronic, broad-spectrum metabolic disorder that requires continuous medical care, in which the organism cannot adequately benefit from carbohydrates, fats, and proteins due to insulin deficiency or defects in the effect of insulin. Vascular complications are considered to be the main cause of mortality in diabetic patients. Platelet activation plays a role in the development of vascular complications. The aim of this study was to evaluate the relationship between HbA1c, which is the parameters that we can evaluate in primary healthcare institutions, and increased Mean Platelet Volume (MPV) and Platelet Distribution Width (PDW) levels, which are thought to be a platelet activation markers in patients with Type 2 diabetes mellitus. METHODS: In our study, the data for 600 patients who applied to Internal Medicine outpatient clinic of our hospital between January 01, 2022, and June 31, 2022, were obtained by examining their epicrisis through the hospital information management system. Six hundred patients, including 300 control group with HbA1c level below 6.5 and 100 patients each 7–8.5 8.5–10 and above 10, were included in the study. HbA1c, MPV, and PDW levels of the patients were recorded. RESULTS: Among 600 patients who applied to internal medicine polyclinics of our hospital between January 01, 2022, and June 31, 2022, 412 participants were female, while 188 participants were male. It was determined that the participants were 46.91±12.68 years old on average, the youngest participant was 18 years old and the oldest participant was 66 years old. It was determined that the mean HbA1c value of the participants participating in the study was 7.6±2.4, the lowest HbA1c value was 4.3, and the highest HbA1c value was 19.3. It was determined that the mean MPV value of the participants was 10.1±1.1, the lowest MPV value was 7.7, and the highest MPV value was 13.3. It was determined that the mean PDW value of the participants was 16.0±0.4, the lowest PDW value was 14.8, and the highest PDW value was 17.2. CONCLUSION: In this study, it was determined that MDV and PDW levels showed a statistically significant difference accord-ing to the HbA1c value ranges of the patient group. Accordingly, the MPV and PDW levels of the participants whose HbA1c value range is >10 are higher. It was observed that MPV and PDW levels increased as the HbA1c value range increased. |
23. | Demographic and clinical features of cutaneous malignant melanoma patients: A single center cohort study Yavuz Semiz, Ezgi Aktas, İlteris Oguz Topal PMID: 37829750 PMCID: PMC10565754 doi: 10.14744/nci.2022.57255 Pages 687 - 696 Amaç: Malign melanom (MM) insidansında dünya çapında bir artış vardır. MM, oldukça agresif bir tümör olmasına ve yüksek mortalite ve morbidite oranlarına sahip olmasına rağmen, erken teşhis edildiğinde yüksek oranda tedavi edilebilir. Coğrafi farklılıklar gösterebilen hem genetik hem de çevresel risk faktörleri MM gelişimi ile ilişkilidir. Bu çalışmada, bölümümüzde takip edilen kutanöz melanom hastalarının demografik ve klinik özelliklerini ve hasta özellikleri ile hastalık özellikleri arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmayı amaçladık. Gereç ve yöntem: Hastanemiz dermatoloji polikliniği, dermoskopi ünitesinde takip edilen kutanöz MM'li 34 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik verileri ve MM ile ilgili özellikleri değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya 19 (%55.9) kadın ve 15 (%44.1) erkek dahil edildi. Hastalar Fitzpatrick cilt tiplerine göre değerlendirildiğinde en sık tip 2, 21 (%61.8) hastada, tip 3 9 (%26.5) hastada ve tip 1 4 (%11.8) hastada izlendi. Hastaların 22'sinde (%64,7) düzenli güneşe maruz kalma öyküsü vardı. 12 (%35.3) hastada açık havada çalışma öyküsü vardı. Hastaların 16'sında (%47.1) çocukluk döneminde en az bir güneş yanığı öyküsü vardı. Hastaların MM tanısı aldığı ortalama yaş 50.12 ± 12.67 idi. Aktinik keratozlu ve solar lentigolu olanlarda tanı yaşı daha yüksek bulundu (sırasıyla; p=0.030, p=0.030). Hastaların doğum yerine göre lokalizasyon açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık olduğu belirlendi (p=0,007). Sonuç: Hastaların özelliklerinin belirlenmesi ve buna göre takip stratejilerinin geliştirilmesinin melanomda tedavi oranlarını iyileştireceğine inanıyoruz. Dermatologlar, önceden tanımlanmış ve bölgesel risk faktörleri olan hastalar için kişiselleştirilmiş takip programları planlamalıdır. (NCI-2022-6-25/R1) OBJECTIVE: There is a worldwide increase in the incidence of malignant melanoma (MM). Although it is a highly aggressive tumor and associated with high mortality and morbidity rates, it is highly curable if diagnosed early. Both genetic and environ-mental risk factors are associated with MM, which may show geographic variations. In this study we aimed to investigate the demographic and clinical features of cutaneous melanoma patients who are under follow-up in our department and whether there is an association between patients’ characteristics and disease features. METHODS: Thirty-four patients with cutaneous MM who were under follow-up in the dermatology outpatient clinic, and dermoscopy unit at our hospital were retrospectively analyzed. The patients’ demographic data and features related to MM were evaluated. RESULTS: Nineteen (55.9%) women and 15 (44.1%) men were enrolled in the study. When the patients were evaluated according to their Fitzpatrick skin types, type 2 was the most common in 21 (61.8%) of the patients, followed by type 3 in 9 (26.5%), and 1 in 4 (11.8%) patients. Twenty-two (64.7%) of the patients had a history of regular sun exposure. Twelve (35.3%) patients had a history of working outdoors. Sixteen of the patients (47.1%) had at least one sunburn history during childhood. The mean age at which patients were diagnosed with MM was 50.12±12.67 years. Age at diagnosis was found to be higher in those with actinic keratosis and those with solar lentigo (p=0.030, p=0.030; respectively). It was determined that there was a statistically significant difference in terms of localization according to the place of birth of the patients (p=0.007). CONCLUSION: We believe that defining the patients’ characteristics and developing follow-up strategies accordingly, will improve the treatment rates in melanoma. Dermatologists should schedule personalized follow-up programs for patients who have priorly defined and regional risk factors. |