ISSN: 2148-4902 | E-ISSN: 2536-4553
Northern Clinics of İstanbul - North Clin Istanb: 10 (2)
Volume: 10  Issue: 2 - 2023
1.Front Matter

Pages I - VIII

RESEARCH ARTICLE
2.Efficacy of diffusion weighted imaging in sacroiliac joint MRI in children
Sevinc Tasar, Saliha Ciraci, Pinar Diydem Yilmaz, Aslihan Semiz Oysu, Yasar Bukte, Betul Sozeri
PMID: 37181062  PMCID: PMC10170380  doi: 10.14744/nci.2023.90907  Pages 131 - 138
Amaç: Çocuklarda immatür kemik iliği sinyali nedeniyle sakroiliak eklemin değerlendirilmesi erişkinlere göre daha zordur. Bu çalışmanın amacı, sakroiliak eklem manyetik rezonans görüntüleme (MRG)' de difüzyon ağırlıklı görüntülemenin (DAG) etkinliğini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Difüzyon ağırlıklı incelemeleri içeren sakroiliak eklem MRG sakroiliit tanılı 54 hasta ve 85 tamamen normal control grubunda iki pediatrik radyolog tarafından değerlendirildi. MRG değerlendirmesinde subkondral kemik iliği ödemi ve sakroiliak eklemlerde kontrast tutulumu aktif sakroiliit olarak kabul edildi. Her sakroiliak eklemden altı alanda görünür difüzyon katsayısı (ADC) ölçümleri yapıldı. Toplam 1668 alan, tanıları bilinmeden geriye dönük olarak değerlendirildi.
Sonuçlar: Kontrast sonrası T1A serileri referans alındığında, sakroiliit tanısında short time imversion recovery (STIR) sekans görüntülerinin duyarlılığı, özgüllüğü, pozitif prediktif değeri ve negatif prediktif değeri kontrasta kıyasla sırasıyla %88, %92, %83 ve %94 bulundu. STIR görüntülerinde yanlış pozitif sonuçların olgunlaşmamış kemik iliğindeki parlamaya sekonder olduğu tespit edildi. Difüzyon ağırlıklı görüntülerden elde edilen ADC ölçümleri tüm hastalarda ve sağlıklı gruplarda kaydedildi. ADC değerleri sırasıyla sakroiliit alanlarında 1.35 x10-3 mm2/s (SD: 0.21), normal kemik iliğinde 0.44x10-3 mm2/s (SD: 0.71) ve immatür kemik iliği alanlarında. 0.72x10-3 mm2/s (SD: 0,76) olarak bulundu.
Sonuç: STIR sakroiliit tanısında etkili bir MRG sekansı olmasına rağmen, deneyimsiz ellerde çocuklarda immatür kemik iliğinde yanlış pozitif sonuçlara neden olmaktadır. DAG, immatür iskelette ADC ölçümleri ile sakroiliit tanısında hataları önleyen objektif bir yöntemdir. Ayrıca çocuklarda kontrastlı tetkiklere ihtiyaç duymadan tanıya önemli katkılar sağlayan kısa ve etkili bir MRG sekansıdır. (NCI-2022-8-20/R2)
OBJECTIVE: Because of the immature bone marrow signal in children, assessment of the sacroiliac joint is more difficult than in adults. Aim of this study is to evaluate the efficacy of diffusion-weighted imaging (DWI) in sacroiliac joint magnetic resonance imaging (MRI).
METHODS: Sacroiliac joint MRI, including DWI sequences, were evaluated by two pediatric radiologists in 54 patients with sacroiliitis and 85 completely normal controls. In MRI evaluation, subchondral bone marrow edema and contrast enhancement in the sacroiliac joints were considered as active sacroiliitis. Apparent diffusion coefficient (ADC) measurements were made in six areas from each sacroiliac joint. A total of 1668 fields were evaluated retrospectively without their diagnosis being known.
RESULTS: When the postcontrast T1W series were referenced, the sensitivity, specificity, positive predictive value, and negative predictive value of short time inversion recovery (STIR) images in the diagnosis of sacroiliitis were 88%, 92%, 83% and 94% respectively, compared to contrast-enhanced images. False positive results in STIR images were observed secondary to the flaring signal in the immature bone marrow. ADC measurements obtained from diffusion-weighted images were recorded in all patients and healthy groups. The ADC values were 1.35x10-3 mm2/s (SD: 0.21) in the areas of sacroiliitis, 0.44x10-3 mm2/s (SD: 0.71) in the normal bone marrow and 0.72x10-3 mm2/s (SD: 0.76) in the immature bone marrow areas.
CONCLUSION: Although STIR studies are an effective sequence in the diagnosis of sacroiliitis, they cause false positive results in immature bone marrow in children in inexperienced hands. DWI is an objective method that prevents errors in the assessment of sacroiliitis by means of ADC measurements in the immature skeleton. In addition, it is a short and effective MRI series that makes important contributions to the diagnosis without the need for contrast-enhanced examinations in children.

3.Retrospective analysis of the data of patients who were admitted to the secondary care hospital with the diagnosis of acute ischemic stroke and received intravenous thrombolytic therapy
Buse Cagla Ari
PMID: 37181059  PMCID: PMC10170388  doi: 10.14744/nci.2021.33230  Pages 139 - 145
Amaç: Akut iskemik inme, gelişmekte olan ülkelerde uzun süreli özürlülüğün en sık nedenlerinden olup doku plazminojen aktivatörü (DPA) klinik düzelmeyi sağlayan en etkili medikal tedavi yöntemidir. Bu çalışmadaki amacımız, bir yıl içinde hastanemizde akut iskemik inme tanısı alarak DPA tedavisi uyguladığımız hastalarımızın klinik verilerinin serum inflamatuar parametrelerindeki değişikliklerle ilişkisini incelemek; tedavinin yaygınlığının ikinci basamak hastanelerde artmasına yardımcı olmaktır.
Gereç ve Yöntem: Akut iskemik inme tanısı ile DPA verilen hastaların retrospektif incelenmesi için çalışmaya Nisan 2019 – Nisan 2020 tarihleri arasında Siirt Eğt. ve Arşt. Hastanesi’nde DPA tedavisi alan 49 hasta dahil edildi. Hastaların demografik, klinik, serum platelet/lenfosit oranı (PLO), nötrofil/lenfosit oranı (NLO) ve CRP/albümin oranı (CAO), radyolojik verileri, semptom-kapı-iğne zamanları, trombektomi, mortalite, komplikasyon gelişme yüzdeleri, tedavi öncesi ve tedaviden sonraki 7.gün National Institutes Of Health Stroke Scale Scores (NIHSS) ile birinci ve üçüncü ay modifiye Rankin Skoru (mRS)’nun serum inflamatuar parametrelerindeki değişikliklerle ilişkileri incelendi.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 71.2±13.7 idi. Kadın/erkek oranı yaklaşık 1 saptandı. Tedavi sonrası NIHSS skorlarında bazal skorlara göre istatistiksel olarak anlamlı bir azalma gözlendi (p<0.001). Üçüncü ay mRS skorları, birinci aya göre anlamlı olarak azalmış bulundu (p=0.002). Hastaların giriş ve çıkış NLO ve CAO değerlerinde anlamlı artış gözlendi (p=0.012, p=0.009). korelasyon analizinde tedavi sonrası NIHSS skorları ve CAO, NLO, PLO değerleri arasında pozitif korelasyon gözlendi. NLO ve PLO değerleri, üçüncü ay mRS ile korele saptandı (p<0.001, p=0.011). Semptom-kapı zamanı, kapı-iğne zamanı ve semptom-iğne zamanları NIHSS ve mRS ile korelasyon gözlenmedi.
Sonuç: Girişim zamanının kısalması için tanının erken dönemde konulması hastaların tedaviden faydalanma imkanını arttırmaktadır. Bu nedenle ikinci basamak sağlık merkezlerinde erken dönemde müdahale prognoz açısından önem taşımaktadır. Erken müdahale klinik iyileşmeyi hızlandırdığı gibi komplikasyon oranlarını da azaltmaktadır. NLO, PLO ve CAO düzeylerindeki değişikliklerin klinik yansımalarının daha iyi anlaşılması için daha fazla sayıda çalışmalara ihtiyaç vardır. (NCI-2021-3-17/R1)
OBJECTIVE: Acute ischemic stroke is a cause of long-term disability in developing countries. Intravenous tissue plasminogen activator (iv-tPA) is the most effective medical treatment shown to provide clinical improvement. Our aim in this study is to investigate the relationship between the clinical data of our patients treated with iv-tPA and the changes in serum inflammatory parameters; and to help increase the prevalence of treatment in secondary hospitals.
METHODS: Forty-nine patients diagnosed as acute ischemic stroke and treated with iv-tPA at Siirt Research and Training Hospital between April 2019 and June 2020 were included in this study. Demographic and clinical findings, serum platelet/lymphocyte ratio (PLR), neutrophyle/ lymphocyte ratio (NLR) and CRP/albumin ratio (CAR), radiological data, symptom-door-needle times, trombectomy, complication and mortality rates, pre and post treatment 7th day of National Institutes of Health Stroke Scale Scores (NIHSS) and first and third-month of modified Rankin Scale (mRS) scores, and prognosis were evaluated.
RESULTS: The mean age was 71.2±13.7 years. Female-to-male ratio was almost 1. Decreases in the post-treatment NIHSS scores were statistically significant compared with the baseline (p<0.001). First month’s mRS score was statistically decreased in the third month follow up significantly (p=0.002). There were significant differences between the baseline and post-treatment laboratory values. Significant increases in the values of NLR, and CAR were detected (p=0.012, p=0.009). Correlation analysis revealed significant positive correlations between post-treatment NIHSS and CAR, PLR, NLR. PLR and NLR were significantly correlated with the third month mRS score (p<0.001, p=0.011). Symptom-to-door time, door-to-needle time, and symptom-to-needle time were not correlated with the NIHSS and mRS scores.
CONCLUSION: It would be beneficial to treat the patients with iv-tPA in secondary-staged hospitals and should be widespread. Rapid treatment is sufficient and can reduce complications and poor outcomes. Elevated levels of NLR, PLR, and CAR predict modest consequences.

4.A refugee mother’s perspective: Healthcare satisfaction and access to health services as an immigrant in Turkiye
Nihal Durmaz, Betul Ulukol, Selen Bilirer, Toker Erguder
PMID: 37181069  PMCID: PMC10170389  doi: 10.14744/nci.2023.97597  Pages 146 - 156
Giriş: 2011 yılında Suriye'de başlayan iç savaş, 3,7 milyon Suriyelinin Türkiye'ye göç etmesine neden olmuştur. Özellikle savunmasız konumda olan kadın sığınmacılar, sağlık hizmetlerine erişimde sorunlar yaşayabilmektedir. Bu çalışma, Ankara'daki sığınmacıların sağlık sorunlarını, sağlık hizmetlerine erişimlerini ve bu hizmetleri kullanma şekillerini belirlemeyi amaçlamaktadır.
Yöntem: Sığınmacı annelerin sağlık durumları ve aldıkları sağlık hizmetlerini belirlemek için anket düzenlenmiştir. Çalışma 15 Eylül 2017-15 Aralık 2018 tarihleri arasında Mülteci Sağlık Merkezine başvuran 310 sığınmacı annenin katılımıyla gerçekleştirilmiştir.
Bulgular: Katılımcıların %28, 4’ü 15-18 yaş arası adolesan yaş grubudur. Annelerin yaş ortalaması 31.18 ± 13.84 yıl, babaların yaş ortalaması 32.37 ± 10.76 yıl olarak tespit edilmiştir. Katılımcılar Ankara'da ikamet ettikleri süre boyunca sağlık hizmetleri için Göçmen Sağlık Merkezlerini (%94) ve Devlet Hastanelerini (%83) tercih etmişlerdir. Katılımcıların %42,1’i bir veya daha fazla aile üyesinin sağlık sorunları olduğunu ve bu nedenle düzenli hastane ziyaretlerini gerektirdiğini belirtmiştir. Bu çalışmada katılımcıların %95,2’si aldıkları sağlık hizmetlerinden memnun olduklarını göstermiştir.
Sonuç: Sığınmacılar, sağlık sorunları için sıklıkla Göçmen Sağlık Merkezlerine tercih etmekle birlikte devlet hastanelerine de başvurmuşlardır. Ancak Göçmen Sağlık Merkezleri dışında diğer sağlık kuruluşlarına erişimde dil bariyeri sığınmacılar için büyük bir engel oluşturmaktadır. Mültecilerin başlıca sağlık sorunları arasında yüksek oranda adolesan gebelik, engellilik ve kronik hastalık olduğu tespit edilmiştir. Kadın sığınmacılar eğitim, dil, gelir ve istihdam açısından dezavantajlı konumdadır. (NCI-2022-7-14/R1)
OBJECTIVE: The civil war that broke out in Syria in 2011 caused 3.7 million Syrians to migrate to Turkiye. Being particularly vulnerable women refugees may experience problems with access to healthcare services. This study aimed to determine the health problems of refugees in Ankara, their access to and use of these services.
METHODS: Healthcare-related levels of refugee mothers were assessed using a questionnaire and the study was conducted with the participation of 310 refugee mothers who presented to the Refugee Health Center, between 15 September 2017 and 15 December 2018.
RESULTS: Among the participants, 28.4% were minors who were between the ages of 15 and 18 years. The mean age of the mothers was 31.18±13.84 years, while the mean age of the fathers was 32.37±10.76 years. During their residence in Ankara, the participants preferred Refugee Health Centers (94%) and State Hospitals (83%) for healthcare. Of the participants, 42.1% stated that one or more family members had health problems, which necessitated regular hospital visits. In this study, 95.2% of participants stated that they were satisfied with the healthcare services they were receiving.
CONCLUSION: Although state hospitals were frequently used, refugees were also able to find solutions to their health problems through Refugee Health Centers. Nevertheless, while using other healthcare institutions, the biggest issue for the refugees was the language barrier. The high rates of adolescent pregnancy, disabilities, and chronic diseases were found to be among the main health problems of refugees. Women refugees seemed disadvantaged in education, language, income and employment.

5.Evaluation of clinical characteristics and risk factors of strabismus cases
Ali Asgar Yetkin, Ibrahim Halil Turkman
PMID: 37181058  PMCID: PMC10170376  doi: 10.14744/nci.2023.15579  Pages 157 - 162
Amaç: Göz kayması olarak tanımlanan şaşılık, genellikle çocukluk döneminde tanı konulan ve sık rastlanan bir göz bozukluğudur. Şaşılık çocuklar üzerinde hem fonksiyonel hem de psikososyal etkilere neden olan önemli bir sağlık problemidir. Bu çalışmada kliniğimizde tanı ve takip edilen şaşılık hastalarının klinik özelliklerini ve risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık.
Yöntemler: Şubat 2016 ile Eylül 2022 tarihleri arasında şaşılık kliniğimizde takip edilen pediatrik yaş grubu hastalarının verileri geriye dönük olarak incelendi. Hastaların detaylı oftalmolojik ve şaşılık muayene bulguları ve şaşılık etiyolojisine yönelik anemnez bulguları kaydedildi.
Bulgular: Bu çalışmaya toplam 391 hasta kayıt edildi. Hastaların ortalama yaş aralığı ise 8.66±4,7 idi. Bu hastaların 207’si esotropya (%52.9), 172’si ekzotropya (%43.99) ve 12’si vertikal deviasyon (%3.07) mevcuttu. Esotropya hastalarının ortalama yaş 7.27±4,1, ekzotropya hastalarında 10.45±4,8 ve vertikal deviasyon olanlarda ise 7.16±4,7 idi. Ambliyopi ise 207 esotropya olgusunun 54’ünde (%26.09), 172 ekzotropya olgusunun 27’sinde (%15.70) görüldü. Çalışmamızda ezotropyanın ambliyopi ile ilişkili olma olasılığı ekzotropyadan daha fazla olduğunu tespit ettik. Hastaların 97 (%24.81)’unda birinci derece ailesinde şaşılık öyküsü, 38 (%9.7)’unda erken doğum öyküsü, 39 (% 10)’unda yenidoğan bakım ünitesinde kalma öyküsü, 38 (%9.7)’sında epilepsi, 4 (%1)’inde travma öyküsü ve 14 (%3.6)’ünde ek göz hastalığı mevcuttu.
Sonuçlar: Şaşılıkla ilişkili olabilecek aile öyküsü, erken doğum, yenidoğan bakım ünitesinde kalış süresi ve epilepsi gibi risk faktörlerinin saptanması, erken tanı ve tedavi için yüksek riskli çocukların belirlenmesine yardımcı olabilir. (NCI-2022-12-9)
OBJECTIVE: Strabismus, defined as the misalignment of the eyes, is a common disorder that is usually diagnosed in childhood. Strabismus is an important health problem with both functional and psychosocial effects on children. In this study, we aimed to determine the clinical features and risk factors of patients diagnosed with strabismus and followed up in our clinic.
METHODS: The data of pediatric patients who were followed up in our strabismus clinic between February 2016 and September 2022 were retrospectively reviewed. The patients’ detailed ophthalmological and strabismus examination findings and anamnesis findings concerning the etiology of strabismus were recorded.
RESULTS: A total of 391 patients were enrolled in the study. The mean age of the patients was 8.66±4.7 years. Of the patients, 207 (52.9%) had esotropia, 172 (43.99%) had exotropia, and 12 (3.07%) had vertical deviation, with the mean ages of these groups being calculated as (7.27±4.1), (10.45±4.8), and (7.16±4.7) years, respectively. Amblyopia was present in 54 (26.09%) of the 207 esotropia cases, 27 (15.70%) of the 172 exotropia cases. Esotropia is more likely than exotropia to be related to amblyopia, according to our research. Of all the patients, 97 (24.81%) had a family history of strabismus, 38 (9.7%) had a history of preterm birth, 39 (10.0%) had a history of neonatal care unit stay, 38 (9.7%) had epilepsy, 4 (1%) had a history of trauma, and 14 (3.6%) had an additional eye disease.
CONCLUSION: Detection of risk factors such as family history, preterm birth, length of stay in the neonatal care unit and epilepsy that may be associated with strabismus can help identify high-risk children for early diagnosis and treatment.

6.Hopelessness and life satisfaction in patients with serious mental disorders: A cross-sectional study
Arzu Yildirim, Mustafa Akkus, Rabia Hacihasanoglu Asilar
PMID: 37181060  PMCID: PMC10170375  doi: 10.14744/nci.2023.77910  Pages 163 - 171
AMAÇ: Kronik ruhsal bozukluklarda tedavi ve yönetimin temel amacı yaşam kalitesini iyileştirmektir. Umutsuzluk, intihar riskiyle ilişkili önemli bir bilişsel incinebilirliği gösterir. Klinisyenlerin hastalarının yaşam doyumu ve maneviyatı hakkında bilgi sahibi olmaları önemlidir. Bu çalışma, bir toplum ruh sağlığı merkezinden hizmet alan hastalarda umutsuzluk ve yaşam doyumunu belirlemek amacıyla yapıldı.
GEREÇ VE YÖNTEM: Kesitsel türde olan araştırma, Türkiye'nin doğusunda bulunan bir hastanenin bünyesinde hizmet veren toplum ruh sağlığı merkezinde DSM-5 ölçütlerine göre psikoz (n=66) ve bipolar bozukluk (n=24) tanısı alan hastalar ile yürütüldü. Veriler Ocak-Mayıs 2019 tarihleri arasında bir psikiyatri uzmanı tarafından soru formu, Beck Umutsuzluk Ölçeği (BUÖ) ve Yaşam Doyumu Ölçeği (YDÖ) kullanılarak yüz yüze görüşme yöntemi ile toplandı.
BULGULAR: Çalışmada Hastaların BUÖ ve YDÖ puan ortalamasının tanı grupları arasında anlamlı fark oluşturmadığı bulundu (p>0.05). Hastaların BUÖ ve YDÖ puan ortalaması arasında negatif yönde orta düzeyde ilişki bulundu (rs= -0.450, p<0.001). Ayrıca ortaokul mezunu olanların umutsuzluk düzeyinin düşük olduğu (p<0.05), hastaların yaşı ve tanı süresi arttıkça BUÖ puan ortalamasının arttığı (p<0.001), tanı süresi ile YDÖ puan ortalaması arasında ise negatif yönde düşük düzeyde bir ilişki olduğu belirlendi (rs: -0.208; p<0.05).
SONUÇ: Bu çalışmada hastaların umutsuzluk düzeyinin düşük, yaşam doyumlarının orta düzeyde olduğu, umutsuzluk düzeyi arttıkça yaşam doyumlarının azaldığı bulundu. Ayrıca tanı gruplarına göre hastaların umutsuzluk ve yaşam doyumu düzeylerinin farklılaşmadığı belirlendi. Ruh sağlığı profesyonelleri hastaların iyileşmesinde temel olan umut ve yaşam doyumu gibi hususları dikkate almaları son derece önemlidir. (NCI-2022-6-22)
OBJECTIVE: The main purpose of treatment and management in chronic mental disorders is to improve the quality of life (QOL). Hopelessness indicates a significant cognitive vulnerability that is associated with suicide risk. It is important for clinicians to have information about their patients’ life satisfaction and spirituality. This study was conducted to determine hopelessness and life satisfaction in patients who received service from a community mental health center (CMHC).
METHODS: This cross-sectional study was conducted with patients diagnosed with psychosis (n=66) and bipolar disorder (n=24) according to Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders-5 (DSM-5) criteria, at a community mental health center serving in a hospital located in eastern Turkiye. Data was collected by a psychiatrist between January and May 2019 with face-to-face interviews, using a questionnaire, Beck Hopelessness Scale (BHS) and Satisfaction with Life Scale (SWLS).
RESULTS: In the study, it was found that the mean BHS and SWLS scores of the patients did not differ significantly between the diagnosis groups (p>0.05). A moderately negative correlation was found between the patients’ mean BHS and SWLS scores (rs=-0.450, p<0.001). In addition, it was determined that the hopelessness level of the secondary school graduates was low (p<0.05), the mean BHS score increased as the age and time from diagnosis of the patients increased (p<0.001), and there was a low negative correlation between the time from diagnosis and the mean SWLS score (rs: -0.208; p<0.05).
CONCLUSION: In this study, it was found that the hopelessness level of the patients was low, their life satisfaction was moderate, and as the hopelessness level increased, their life satisfaction decreased. In addition, it was determined that the hopelessness and life satisfaction levels of the patients did not differ by to the diagnosis groups. It is extremely important for mental health professionals to consider aspects such as hope and life satisfaction, which are key in the recovery of patients.

7.Trimodality therapy of malignant pleural mesothelioma with helical tomotherapy
Hazan Ozyurt, Sevim Ozdemir, Bedriye Dogan, Gun Gunalp, Ayse Sevgi Ozden
PMID: 37181055  PMCID: PMC10170385  doi: 10.14744/nci.2023.53896  Pages 172 - 180
Amaç: Malign plevral mezotelyoma (MPM) hastalarında, helikal tomoterapi (HTT) ile uygulanan hemitorasik radyoterapinin etkinlik ve toleransını belirlemek amaçlandı.
Yöntem: Ekim 2018- Aralık 2020 tarihleri arasında akciğer koruyucu cerrahi (plörektomi-dekortikasyon, P/D), kemoterapi ve HTT'yi içeren trimodalite tedavinin uygulandığı 11 MPM hastasına ait veriler retrospektif olarak incelendi. Tüm hastalara P/D'den sonra adjuvan kemoterapi (sisplatin+pemetreksed, 3-6 kür) ve ardından radyoterapi uygulandı. Radyoterapi, HTT cihazıyla günlük 1,8-2 Gy’lik dozlarla toplam 30 Gy-50- 54 Gy, R2 hastalığa 59,4-60 Gy uygulandı. Tanımlayıcı veriler medyan±StdD (minimum-maksimum) olarak belirtildi. Sağkalım verileri Kaplan-Meier yöntemi ile hesaplandı. Toksisite gelişen hastalarda risk organ dozları Mann Whithey U testi ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Medyan takip süresi 20,5 (12-30) ay, iki yıllık lokal kontrol, hastalıksız ve genel sağkalım sırasıyla %48,5, %49 ve %77,9 bulundu. Planlanan hedef hacime (PTV) medyan 50,4±8,7 (30-60) Gy uygulandı. Total akciğer ortalama dozu (Dmean) 19,9±6 (10.4-26) Gy; ipsilateral ve kontralateral akciğerlerin V20 (%) değerleri sırasıyla 89,4±11,2 (62,7-100) ve 0,7±2,1 (0-5,9) bulundu. Özofagus Dmean ve maksimum dozları (Dmaks) sırasıyla 21,7±8,4 (7,5-34) ve 53,1±10,4 (25,4-64,4); kalbin V30 (%) ve Dmean değerleri sırasıyla 22,3±13,4 (3,9-47), 21±5,7 (10,8-29,3) Gy bulundu. Medulla spinalis (MS) Dmax dozu 38,6± 1,3 (13,7-48) Gy saptandı. Grad 1-2 toksisite olarak 4 (%36,4) hastada, radyasyon pnömonisi (RP), 2 (%18,2) hastada özofajit gelişti. RP, MS ve özofagus dozları ile ilişkili bulundu (p<0.05). Bir hastada (%9,1) miyelit gelişti (MS Dmax: 29 Gy).
Sonuç: Hemitorasik HTT, kabul edilebilir toksisite oranlarıyla MPM hastalarının trimodalite tedavisinin bir parçası olarak uygulanabilir. Radyasyon pnömonitis riski için MS ve özofagus dozları da göz önünde bulundurulmalı ve bu organlar özellikle de MS için yeni doz limitleri tanımlanmalıdır. (NCI-2023-2-2)
OBJECTIVE: The purpose of this study was to determine the efficacy and tolerability of hemithoracic radiotherapy implemented with helical tomotherapy (HTT) in malignant pleural mesothelioma (MPM) patients.
METHODS: Between October 2018 and December 2020, data from 11 MPM patients who received trimodality therapy, including lung-sparing surgery (pleurectomy-decortication, P/D), adjuvant chemotherapy (cisplatin+ pemetrexed), and radiotherapy, were retrospectively reviewed. HTT was used to deliver a total of 30 Gy, 50–54 Gy or 59.4–60 Gy to R2 disease with 1.8–2 Gy daily doses. Descriptive data are presented in number (percentage) or median (minimum– maximum). The Kaplan-Meier method was used to calculate survival data. In patients with toxicities, the risk organ doses were compared using the Mann-Whitney U test.
RESULTS: The median follow-up was 20.5 (12–30) months. Two-year local control, disease-free, and overall survival rates were 48.5%, 49%, and 77.9%, respectively. The median prescribed dose for planning target volume (PTV) was 50.4±8.7 (30–60) Gy. Mean dose (Dmean) of total lung was 19.9±6 (10.4–26) Gy; the V20 (%) of ipsilateral and contralateral lungs were 89.±11.2 (62.7–100) and 0.7±2.1 (0.49–5.9), respectively. Esophageal Dmean and maximum doses (Dmax) were found as 21.7±8.4 (7.4–34) and 53.1±10.4 (25.4–64.4) Gy, respectively. V30 (%) and Dmean of heart were 22.3%±13.4% (3.9–47) and 21±5.7 (10.8–29.3) Gy, respectively. Dmax of medulla spinalis (MS) was 38.6± 1.3 (13.7–48) Gy. Grade 1–2 radiation pneumonitis (RP) developed in 4 (36.4%) and esophagitis in 2 (18.2%) patients. RP was found to be associated with MS and esophageal doses (p<0.05). Myelitis was diagnosed in 1 (9.1%) patient (MS Dmax: 29 Gy).
CONCLUSION: HTT can be used as part of trimodality therapy for MPM patients with acceptable toxicities. MS and esophageal doses should be considered for radiation pneumonitis risk, and new dose constraints for these organs should be defined.

8.Association between perceived social support, marital satisfaction, differentiation of self and perinatal depression
Esra Keles, Yildiz Bilge, Pinar Kumru, Zeynep Celik, Irem Cokeliler
PMID: 37181054  PMCID: PMC10170377  doi: 10.14744/nci.2023.79923  Pages 181 - 188
Amaç: Bu çalışmanın amacı peripartum depresyon ile sosyal destek, evlilik doyumu ve benlik farklılaşması arasındaki ilişkiyi incelemektir.
Yöntemler: Bu kesitsel çalışma, 28 Aralık 2021 ve 31 Mart 2022 tarihleri arasında doğum yapmış kadınlar üzerinde yapılmıştır. Doğum yapmış kadınlar, sosyodemografik özellikleri, obstetrik öykü ve psikometrik araçları değerlendiren bölümlerden oluşan bir anket kullanılarak değerlendirildi: Edinburgh Postpartum Depresyon Ölçeği (EPDS), Evlilik Hoşnutsuzluğu Ölçeği (MDS), Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği (MSPSS) ve Benliğin Farklılaşması Envanteri (DSI).
Bulgular: Çalışmaya toplam 425 anne dahil edildi. Bunlardan 140 (%32,9) anne EPDS'den ≥13 puan ve 285 (%67,1) anne ≤12 puan almıştır. EPDS'de ≥13 puan alan annelerin evlilik doyumsuzluğu puanlarının anlamlı derecede yüksek olduğu bulundu. EPDS'den ≤12 puan alan annelerde aile desteği, arkadaş desteği, duygusal kesme, başkalarıyla kaynaşma ve benliği farklılaştırma toplam puanları daha yüksekti. Başkalarıyla anlamlılık, duygusal tepkisellik ve ben pozisyonu açısından iki grup arasında anlamlı bir fark yoktu.
Sonuç: Bu çalışma, evlilik doyumunun hem doğrudan hem de aile desteği ve duygusal kesinti yoluyla perinatal depresyon gelişiminde önemli olduğunu bulmuştur. Bununla birlikte aile desteği, arkadaş desteği ve benlik farklılaşması olan annelerin EPDS puanları nispeten daha düşükken, evlilikten memnuniyetsizliği olan annelerin EPDS puanları daha yüksek olarak bulunmuştur. (NCI-2022-12-26)
OBJECTIVE: The aim of the study was to investigate the relationship between peripartum depression and social support, marital satisfaction, and self-differentiation.
METHODS: This cross-sectional study was conducted on postpartum women from December 28, 2021, and March 31, 2022. Postpartum women were evaluated using a questionnaire consisting of sections assessing sociodemographic characteristics, obstetric history, and psychometric instruments: Edinburgh Postpartum Depression Scale (EPDS), Marital Disaffection Scale (MDS), Multidimensional Scale of Perceived Social Support (MSPSS), and Differentiation of Self Inventory (DSI).
RESULTS: A total of 425 mothers were included in the study. Of those, 140 (32.9%) mothers scored ≥13 points on EPDS, and 285 (67.1%) mothers scored ≤12 points. Mothers who scored ≥13 on the EPDS were found to have significantly higher scores for marital dissatisfaction. Total scores of family support, friend support, emotional cutoff, fusion with others, and differentiation of self were higher in mothers who scored ≤12 points on the EPDS. There was no significant difference between the two groups in terms of significance with others, emotional reactivity and I position.
CONCLUSION: This study found that marital satisfaction is important in the development of perinatal depression both directly and through family support and emotional cuttoff. In addition, mothers with family support, friend support, and self-differentiation had comparatively lower EPDS scores, while mothers with marital dissatisfaction had higher EPDS scores.

9.Evaluation of the effects of anakinra treatment on clinic and laboratory results in patients with COVID-19
Ozge Siyer, Berrin Aksakal, Sema Basat
PMID: 37181065  PMCID: PMC10170373  doi: 10.14744/nci.2022.01047  Pages 189 - 196
AMAÇ: Covid-19 enfeksiyonu sırasında gelişen sitokin fırtınası olarak tanımlanan hiperinflamatuar durumu kontrol altına almak için bazı anti-sitokin tedaviler test edilmektedir. Bu çalışmada, IL-1 antagonisti anakinranın hastanede yatan Covid-19 enfeksiyonu olan hastaların klinik durumları ve laboratuvar değerleri üzerindeki etkilerini araştırmayı amaçladık.
GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışma retrospektif bir çalışma olup çalışmaya dahil edilen Kasım 2020-Ocak 2021 tarihleri arasında Covid-19 enfeksiyonu nedeniyle anakinra tedavisi alan toplam 66 hastasının yaşı, cinsiyeti ve mevcut komorbiditeleri analiz edildi. Oksijen gereksinimi miktarı (L/sn), oksijenin veriliş şekli, oksijen satürasyonu, radyolojik görüntüler, lökosit (WBC) sayısı, lenfosit sayısı, nötrofil sayısı, C-reaktif protein (CRP), laktat dehidrogenaz (LDH), ferritin, fibrinojen, D-dimer sonuçları değerlendirildi (anakinra tedavisi öncesi ve sonrası). Hastaların hastanede yatış süreleri, oksijen ihtiyacı ve taburculuk şekli değerlendirildi. Erken anakinra tedavisinin (semptom başlangıcından itibaren dokuzuncu gün öncesi ve sonrası) prognoz üzerindeki etkileri değerlendirildi. İstatistiksel analiz için ABD’nin Chicago şehrindeki IBM Firması tarafından üretilen SPSS 21.0 sürümü kullanıldı ve p <0.05 anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: 66 hastanın prognozunda anlamlı cinsiyet farkı saptanmadı. Komorbiditeli hastalarda istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p=0.004). Anakinra tedavisine daha erken başlayan hastaların yoğun bakıma daha az ihtiyacı oldu ve mortalite oranları düşüktü (p=0.019). Anakinra tedavisi uygulandıktan sonra WBC (p=0,045), nötrofil (p=0,016), lenfosit (p=0,001), LDH (p=0,005), ferritin (p=0,02) ve fibrinojen (p=0,01) düzeylerinde anlamlı düzelme saptandı.
SONUÇ: Sonuç olarak, makrofaj aktivasyon sendromu bulguları gösteren Covid-19 hastalarında anakinra tedavisinin erken ve uygun kullanımının, hastalarda oksijen desteği ihtiyacını azalttığını, laboratuvar değerlerinde iyileşmeye ve radyolojik iyileşmeye katkıda bulunduğunu ve en önemlisi yoğun bakım ihtiyacını azalttığını tespit ettik. (NCI-2022-8-5)
OBJECTIVE: Some anti-cytokine treatments are being used to control the hyperinflammatory condition defined as cytokine storm that develops during COVID-19 infection. In this study, we aim to investigate the effects of anakinra, an IL-1 antagonist, on the clinical status and laboratory values of hospitalized patients with the COVID-19 infection. The aim of the study was to investigate the effects of anakinra, an IL-1 antagonist, on the clinical and laboratory results of hospitalized patients with COVID-19 infection.
METHODS: This study was planned as a retrospective study. The age, gender, and current comorbidities of a total of 66 patients who were treated with anakinra for COVID-19 infection from November 2020 to January 2021 were analyzed. The amount of oxygen demand (L/s), the type of oxygen supplementation, oxygen saturation, radiological findings, WBC count, lymphocyte count, neutrophil count, C-reactive protein, LDH, ferritin, fibrinogen, D-dimer levels were monitored before the treatment, and after the anakinra treatment, newly gathered results were compared. Patients’ hospitalization period, oxygen need, and their clinical status at discharge were evaluated. The effects of early anakinra treatment (9 days before and after the onset of symptoms) on the prognosis were evaluated. SPSS version 21.0 provided by IBM Company in the USA, Chicago, IL was used for statistical analysis and p<0.05 was considered significant.
RESULTS: Sixty-six patients were included in the study. There was no significant gender difference in the prognosis of the patients. There was a significant difference in the statistical deterioration in patients with comorbidities (p=0.004). Patients who started the anakinra treatment at an early stage developed less need for intensive care and low mortality ratios (p=0.019). There were significant improvements on the levels of WBC (p=0.045), neutrophils (p=0.016), lymphocyte (p=0.001), LDH (p=0.005), ferritin (p=0.02), and fibrinogen (p=0.01) after the administration of anakinra therapy.
CONCLUSION: We found that earlier and appropriate use of anakinra therapy in COVID-19 patients with the signs of macrophage activation syndrome reduces the need for oxygen support in patients and contributes to improvement in laboratory results and radiological findings, and most importantly reduces the need for intensive care.

10.Parent rated bedtime resistance and comorbidity may predict levels of attention among Turkish children diagnosed with ADHD in on-line education classes during the COVID-19 outbreak
Yusuf Ozturk, Gonca Ozyurt, Vahdet Gormez, Zeynep Dilara Aslankaya, Burak Baykara, Ozalp Ekinci, Ilyas Kaya, Ibrahim Adak, Ibrahim Selcuk Esin, Serkan Turan, Mesut Sari, Guler Gol Ozcan, Cagatay Ermis, Nazan Ekinci, Ozge Ipek Dogan, Ibrahim Tiryaki, Süreyyanur Kitapciıoglu, Ali Evren Tufan, Neslihan Inal, Aynur Pekcanlar Akay
PMID: 37181063  PMCID: PMC10170383  doi: 10.14744/nci.2022.77674  Pages 197 - 204
Giriş: Bu çalışmada, online eğitim sınıflarında Dikkat Eksikliği / Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olan Türk çocuk ve ergenlerinin dikkat düzeylerinin sağlıklı kontrollerle karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem: Bu çalışma, sekiz merkezden DEHB tanısı alan ve tedavi ve sağlıklı kontrolleri alan 6-18 yaş arası hastaları içeren, kesitsel, internet tabanlı, vaka-kontrol çalışmasıdır. Çalışmada kullanılan ölçümler google anketinde hazırlanmış ve Whatsapp uygulaması üzerinden katılımcılara ulaştırılmıştır.
Bulgular: Çalışma dönemi içerisinde 510 DEHB'li çocuk ve 893 kontrol alınmıştır. COVID-19 salgını nedeniyle online eğitim dersleri sırasında her iki grupta ebeveynlerin değerlendirdiği dikkat düzeyleri önemli ölçüde azalmıştır (p <0.001; her biri için). Ebeveyn raporlarına göre DEHB olan çocuk ve ergenlerde kontrol çocuklarına göre uyku zamanı direnci anlamlı olarak artmış, aile işlevsellik güçlüğü sorunları vardı (sırasıyla p = 0,003; p <0,001). Ayrıca, yatma zamanı direnci ve komorbidite, online eğitimde dikkat düzeylerini anlamlı şekilde yordamıştır.
Sonuç: Bulgularımız, hem dikkat problemi olmayan hem de DEHB olan çocuklar için online eğitime öğrenci katılımını artırma ihtiyacının altını çizebilir. Çocuklarda uyku güçlüklerinin yönetiminde etkili olduğu gösterilen müdahaleler ile ebeveyn yönetimi müdahaleleri çevrimiçi eğitim süresince devam etmelidir. (NCI-2021-2-34/R2)
OBJECTIVE: This study aimed to compare the attention levels, of Turkish children and adolescents with Attention Deficit/Hyperactivity Disorder (ADHD) in on-line education classes with healthy controls.
METHODS: This study is a cross-sectional, internet-based, case-control study that recruited 6–18 years old patients diagnosed with ADHD and receving treatment and healthy controls from eight centers. The measurements used in the study were prepared in the google survey and delivered to the participants via Whatsapp application.
RESULTS: Within the study period, 510 children with ADHD and 893 controls were enrolled. Parent- rated attention decreased significantly in both groups during on-line education classes due to COVID-19 outbreak (p<0.001; for each). Children and adolescents with ADHD had significantly elevated bedtime resistance, problems in family functioning difficulties than control children according to parental reports (p=0.003; p<0.001; p<0.001, respectively). Furthermore, bedtime resistance and comorbidity significantly predicted attention levels in on-line education.
CONCLUSION: Our findings may underline the need to augment student engagement in on-line education both for children without attention problems and those with ADHD. Interventions shown to be effective in the management of sleep difficulties in children as well as parent management interventions should continue during on-line education.

11.Ventricular arrhythmias in mitral valve prolapse syndrome and their relationship with electrocardiographic repolarization parameters
Berat Engin, Erdem Cevik, Rabia Deniz, Huseyin Orta, Ali Elitok
PMID: 37181056  PMCID: PMC10170382  doi: 10.14744/nci.2021.12058  Pages 205 - 211
Giriş: Bu çalışmada, mitral kapak prolapsus (MVP) Sendromu olan ve olmayan olgularda ventriküler ve supraventriküler aritmi insidansını karşılaştırmak ve mitral kapak prolapsus sendromlu hastalarda ventriküler aritmiler ile repolarizasyon parametreleri arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmak amaçlanmıştır.
Yöntem: Bu kesitsel çalışmaya MVP Sendromlu 41 hasta ve çarpıntısı olan ancak MVP'si olmayan 41 kişi (kontrol grubu) alındı. Repolarizasyon anormalliklerini, yapısal anormallikleri ve supraventriküler ve ventriküler aritmileri tanımlamak için tüm hastalara 12-lead elektrokardiyogram, transtorasik ekokardiyografi ve 24 saatlik Holter monitörizasyonu yapıldı. QRS genişliği, QTc aralığı ve Tpeak - Tend aralıkları her hasta için ölçüldü.
Bulgular: PVC, couplet ve NSVT yaşayan hasta sayısı, MVP grubunda kontrol grubuna kıyasla anlamlı olarak daha yüksekti. Sol ventrikül sistol sonu ve diyastol sonu çapı ve sol atriyal çap da MVP grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti. QRS genişliği ve Tpeak-Tend interval aralığı da MVP'li hastalarda kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek izlendi. Korelasyon analizi, Mitral yetersizliği (MY) ciddiyetinin PVC ve couplet sayısı ile pozitif korelasyon gösterdiğini ortaya çıkarmıştır; LA çapı, PVC'lerin ve NSVT'lerin sayısı ile önemli ölçüde korelasyon gösterdi.
Sonuç: MVP Sendromlu kişilerde, MVP'si olmayanlara göre PVC'ler, coupletler ve NSVT'ler dahil olmak üzere ventriküler aritmiler daha sık görülmektedir. LVESD, LVEDD, LA çapı, QRS genişliği ve Tpeak-Tend aralığı MVP'si olmayanlara göre MVP hastalarında artmıştır. MY ve LA çapının ciddiyeti, PVC'lerin, coupletlerin veya NSVT'lerin sıklığı ile ilişkilidir. (NCI-2021-1-47/R1)
OBJECTIVE: The aim of present study is to compare ventricular and supraventricular arrhythmia incidences in subjects with and without mitral valve prolapse (MVP) syndrome and to examine if an association exists between ventricular arrhythmias and repolarization parameters in patients with MVP syndrome.
METHODS: This cross-sectional study involved 41 subjects with MVP Syndrome and 41 subjects with palpitation but without MVP (control group). All subjects were subjected to lead-electrocardiogram, transthoracic echocardiography, and 24-h Holter monitoring to identify repolarization abnormalities, structural abnormalities, and supraventricular and ventricular arrhythmias. The QRS width, QTC interval, and Tpeak-Tend intervals were measured for each participant.
RESULTS: The number of subjects who had premature ventricular contractions (PVCs), couplets, and non-sustained ventricular tachycardia (NSVTs) was significantly higher in the MVP group compared to the control group. Left ventricular endsystolic diameter (LVESD) and left ventricular end-diastolic diameter (LVEDD) and left atrial diameter were also significantly higher in the MVP group than the control group. QRS width and Tpeak-Tend interval were also significantly higher in subjects with MVP than the controls. Correlation analysis showed a positive correlation between the severity of mitral regurgitation (MR) and the number of PVCs and couplets, while there was a significant correlation between left atrium (LA) diameter and the number of the PVCs and NSVTs.
CONCLUSION: Subjects with MVP experience ventricular arrhythmias more often including PVCs, couplets, and NSVTs compared to subjects without MVP. LVESD, LVEDD, LA diameter, QRS width, and Tpeak-Tend interval were increased in MVP subjects than those without MVP. There is an association between the severity of the MR and the frequency of the PVCs, couplets, or NSVTs.

12.Evaluation of rescue techniques following failed laryngoscopy: A multicenter prospective observational study
Kemal Tolga Saracoglu, Mehmet Yilmaz, Ayse Zeynep Turan, Ayten Saracoglu, Alparslan Kus, Volkan Alparslan, Ozlem Deligoz, Zuhal Aykac, Osman Ekinci
PMID: 37181053  PMCID: PMC10170384  doi: 10.14744/nci.2021.76402  Pages 212 - 221
Giriş: 4. National Audit Project’te ciddi havayolu komplikasyonu insidansı 1/22.000 olarak bildirilmektedir. Zor havayolu rehberlerinde zor entübasyon durumunda çeşitli kurtarıcı yöntemler önerilmektedir. Bu çalışmamızda başarısız direkt laringoskopi sonrası kurtarıcı tekniklerin başarısını ve zor havayolu durumunda potansiyel komplikasyonlarını analiz etmeyi amaçladık.
Materyal ve metot: Çalışma çok merkezli, prospektif, gözlemsel bir çalışma olarak planlandı. Çalışmaya günlük ameliyathane rutininde fiberoptik bronkosopi ve videolaringoskopi kullanan dört üniversite hastanesi dahil edildi. Genel anestezi altında operasyona alınan hastalardan, beklenen ya da beklenmeyen zor entübasyon olguları çalışmaya dahil edildi. Tercih edilen kurtarıcı teknikler, direkt ve indirekt laringoskopi girişimleri kayıt altına alındı.
Bulgular: Ortalama yaşı 46.58 ± 21.19 olan 92 hasta çalışmaya dahil edildi. En yaygın kullanılan kurtarıcı yöntem videolaringoskopi, ve en çok tercih edilen videolaringoskop glidescope olarak tespit edildi. Tüm merkezlerde ilk laringoskopi girişimi asistanlar tarafından ve ikinci girişim anestezi uzmanları tarafından uygulandı. Öngörülen zor entübasyon grubunda, ilk direkt laringoskopiyi uygulayan asistanların kıdemi, istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti(4.0 ± 5.5 years) (p=0.045). İlk kurtarıcı teknik için girişim sayısı, öngörülemeyen zor entübasyon grubunda ve öngörülen zor entübasyon grubunda sırasıyla 2.0 ± 2.0 ve 1.0 ± 1.0 olarak tespit edildi. (p=0.004).
Tartışma: Videolaringoskopun öngörülen ve öngörülemeyen zor entübasyon olgularında en yaygın tercih edilen kurtarıcı teknik olmuştur. Glidescope ise hem öngörülen hem öngörülemeyen zor entübasyon olgularında yüksek başarı oranı ile en çok tercih edilen videolaringoskop olmuştur. (NCI-2021-5-9/R1)
OBJECTIVE: The Fourth National Audit Project revealed that severe airway complications occur in the frequency of 1/22,000. Various rescue techniques were recommended in difficult airway guidelines. This study aims to evaluate the rescue techniques following failed direct laryngoscopy and analyze the success rates and potential complications during difficult airway management.
METHODS: This was a multicenter and prospective observational study carried out in four referral centers. Four academic university hospitals using fiberoptic bronchoscopy and videolaryngoscopy in their daily practice were included in the study. Patients undergoing general anesthesia with anticipated or unanticipated difficult intubation were enrolled. The preferred rescue technique and the attempts for both direct and indirect laryngoscopies were recorded.
RESULTS: At the mean age of 46.58±21.19 years, 92 patients were analyzed. The most common rescue technique was videolaryngoscopy following failed direct laryngoscopy. Glidescope was the most preferred videolaryngoscope. Anesthesia residents performed most of the first tracheal intubation attempts, whereas anesthesia specialists performed the second attempts at all centers. The experience of the first performer as a resident was significantly higher in the anticipated difficult airway group (4.0±5.5 years) (p=0.045). The number of attempts with the first rescue technique was 2.0±2.0 and 1.0±1.0 in the unanticipated difficult airway and anticipated difficult airway groups, respectively (p=0.004).
CONCLUSION: Videolaryngoscopy was a more commonly preferred technique for both anticipated and unanticipated difficult intubations. Glidescope was the most used rescue device in difficult intubations after failed direct laryngoscopy, with a high success rate.

13.The effect of thromboembolic prophylaxis after cesarean section in patients with hypertensive disorders
Kubra Cakar Yilmaz, Gul Cakmak, Sunullah Soysal, Ayten Saracoglu
PMID: 37181057  PMCID: PMC10170378  doi: 10.14744/nci.2021.68726  Pages 222 - 227
AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, gebelikte hipertansif bozukluğu olan, ve sezaryen sonrası tromboemboli profilaksisi yapılan yadsa yapılmayan hastalarda tromboembolik olay oluşma insidansının karşılaştırılmasıdır.
METOD: Gebelikte hipertansiyon tanısı olan ve 2012-2018 yılları arasında sezaryene alınmış 386 hasta dahil edilmiştir. Hastalar gebeliğin hipertansif bozukluğu çeşidine göre ve tromboemboli profilaksisi yapılıp yapılmamasına göre gruplara ayrılıp, tromboembolik olay ve diğer gebelik sonuçları açısından karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Gruplar arası sonuçlar karşılaştırıldığında 210 tromboprofilaksi yapılmamış hastada 11 tromboembolik olay (%5) izlenirken, tromboprofilaksi yapılmış 176 hastada sadece 2 hastada (%1) tromboembolik olay saptanmıştır (p<0.05).
SONUÇ: Gebelikte tromboemboliye yatkınlık artmıştır. Gebeliğe eşlik eden hipertansiyon varlığında insidans artmaktadır. Çalışmamızda gebeliğe eşlik eden hipertansif bozukluklarda tromboemboli için yapılan profilaksinin önemi vurgulanmıştır. (NCI-2021-4-30/R1)
OBJECTIVE: This study aims to compare the effect of thromboembolic prophylaxis in patients diagnosed with hypertensive disorders of pregnancy undergoing cesarean section.
METHODS: Three hundred and eighty-six patients were included in the study. The patients were divided into groups according to the type of hypertensive disorders of pregnancy and whether thromboembolism prophylaxis was applied or not. The thromboembolic event incidence and other pregnancy outcomes were compared.
RESULTS: Nonadministration of thromboprophylaxis was recorded in 210 patients. Eleven patients had thromboembolic events (5%). Among 176 patients who received thromboprophylaxis, only two patients (1%) had a thromboembolic event (p<0.05).
CONCLUSION: There is an increased tendency to thromboembolism in pregnancy. The incidence increases in the presence of hypertension accompanying pregnancy. In our study, the importance of thromboembolism prophylaxis on peri-postnatal complications in patients with hypertensive disorders of pregnancy was emphasized.

14.Gastrointestinal endoscopic findings of autoimmune and autoinflammatory diseases in pediatric rheumatology patients
Derya Altay, Aysenur Pac Kisaarslan, Duran Arslan
PMID: 37181066  PMCID: PMC10170371  doi: 10.14744/nci.2021.62713  Pages 228 - 236
Amaç: Çocuklarda romatizmal hastalıklar, kronik multisistemik hastalıklardır. Bu çalışmada otoimmün veya otoinflamatuvar romatizmal hastalığı olan çocuklarda gastrointestinal endoskopik bulguların değerlendirilmesi amaçlandı.
Yöntem: Çocuk Romatoloji Bölümü tarafından takip edilen ve gastrointestinal şikayetleri nedeniyle Çocuk Gastroenteroloji Bölümü'ne konsülte edilen hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastaların dosya kayıtları geriye dönük olarak incelendi.
Bulgular: Çalışmaya toplam 28 hasta dahil edildi. Hastaların on ikisinde otoimmün hastalık (juvenil idiopatik artrit, sistemik lupus eritematozis, Sjögren sendromu, skleroderma) ve diğer 16'sında otoinflamatuvar hastalık (ailevi Akdeniz ateşi, hiper IgD sendromu, tanımlanmamış sistemik otoinflamatuvar hastalık, sistemik juvenil idiopatik artrit) vardı. Ailevi Akdeniz ateşli hastaların dördü ayrıca juvenil idiopatik artrit tanısı aldı. Hastaların ortalama yaşı 11.7 + 3.5 yıl idi. Hem otoimmün hem de otoinflamatuvar hastalığı olan hastaların başlıca gastrointestinal şikayetleri karın ağrısı ve ishaldi. Endoskopik değerlendirme yapılan hastalardan otoimmün hastalığı olanların %33'ünde ve otoinflamatuvar hastalığı olanların % 56'sında inflamatuvar barsak hastalığı saptandı. Gastrointestinal şikayetlerle başvuran otoinflamatuvar hastalıklı hastaların % 62'sinde M694V mutasyonu vardı.
Sonuç: Hem otoimmun hem de otoinflamatuvar romatizmal hastalıklar gastrointestinal şikayetlere neden olabilir ve erken tanı için bir çocuk gastroenterolojisi uzmanına sevk edilmelidir. (NCI-2021-3-47/R2)
OBJECTIVE: Rheumatic diseases in children are chronic and multisystemic diseases. In this study, it was aimed to evaluate gastrointestinal endoscopic findings in children diagnosed as autoimmune or autoinflammatory rheumatic diseases consulted with pediatric gastroenterology for gastrointestinal complaints.
METHODS: The patients followed up by the Pediatric Rheumatology Department and consulted to the Pediatric Gastroenterology Department due to gastrointestinal complaints were included in the study. File records of the patients were analyzed retrospectively.
RESULTS: A total of 28 patients were included in the study. Twelve of the patients had autoimmune disease (Juvenile idiopathic arthritis [JIA], systemic lupus erythematosus, Sjögren’s syndrome, and scleroderma) and the other 16 had autoinflammatory disease (familial Mediterrnean fever, hyper Immunoglobulin D syndrome, undifferantiated systemic autoinflammatory disease, and systemic JIA). Four of the patients with familial Mediterrnean fever also diagnosed as JIA. The mean age of the patients was 11.7±3.5 years. The main gastrointestinal complaints of patients with both autoimmune and autoinflammatory diseases were abdominal pain and diarrhea. Inflammatory bowel disease was found in 33% of those with autoimmune disease and 56% of those with autoinflammatory disease in patients underwent endoscopic evaluation. M694V mutation was present in 62% of the patients with autoinflammatory disease presented with gastrointestinal complaints.
CONCLUSION: Both autoimmune and autoinflammatory rheumatic diseases can cause gastrointestinal complaints and should be referred to a pediatric gastroenterologist for early diagnosis.

15.Changing face of acute rheumatic fever in childhood and our clinical results
Begum Erzurumlu Yavrum, Ayse Esin Kibar Gul, Emine Azak, Hazim Alper Gursu, Ibrahim Ilker Cetin
PMID: 37181068  PMCID: PMC10170381  doi: 10.14744/nci.2021.58966  Pages 237 - 247
Amaç: Kliniğimizde akut romatizmal ateş (ARA) tanısı ile izlenen olguların demografik ve klinik bulguları, ekokardiyografinin tanıdaki önemi, tedaviye yanıtları ve prognozlarının değerlendirilmesi amaçlandı.
Yöntemler: Ocak 2010- Ocak 2017 tarihleri arasında çocuk kardiyoloji kliniğinde 1992,2003 ve 2015 Jones ölçütlerine göre ARA tanılı 6-17 yaş arası (ortalama 11.7±2.3yıl, K/E: 88/72) 160 takipli hasta geriye dönük değerlendirildi.
Bulgular: Romatizmal kalp hastalığı (RKH) olan 104 hastanın %.29.4’ünde (n=47) subklinik kardit saptandı. Subklinik kardit en sık poliartraljili hastalarda (% 52,2) görülürken, klinik kardit en sık kore (% 39) ve poliartrit (% 37,1) ile birlikte görüldü. Romatizmal ateş hastaların %60’nın (n=96) 10-13 yaş arasında olduğu ve %31.3’nün (n=50) kış aylarında en sık artralji ( %71.9), artrit (%53.1) ve istem dışı hareketler (%25) başvurduğu saptandı. Major bulguların birlikte görülme dağılımına bakıldığında; %35’inde (n=56) kardit+artrit ve %19.4’ünde (n=31) kardit+kore birlikteliği idi. Karditli olgularda en sık tutulan kapak mitral (%63.8) ve aort kapak (%50.6) idi. Hastaların %44.4’ünde aort ve mitral yetmezlik birlikte tutulumu ve %18.8’inde izole mitral yetmezlik mevcuttu. Monoartrit ve poliartralji olgularında 2015 ve sonrasında anlamlı artma (p<0.05) ve bunların da sırasıyla %29.4 ve %52.2’sinde subklinik kardit görüldü. Karditli hastaların %70.4’ünde ilk 1 yıl içerisinde kapak bulgularında gerileme gözlenirken, yaklaşık 7 yıllık izlemde bu oranın %4.2 düştüğü saptandı. Kardite eşlik eden artrit veya korea varlığında izlemde RKH anlamlı yüksek kaydedildi. Hastaların %30’unda (n=48) tekrarlayan atak ilk bir yıl içinde gözlenirken, klinik ve subklinik sıklığı açısından anlamlı fark yoktu. İlk atağında kardit olmayan olgularda, rekürrens oranı %18.2 saptanırken; bu oran hafif karditte %18.2, orta karditte %36.4 ve ağır karditte %27.2 idi. Klinik karditli ve proflaksiye uyumlu astalarda; subklinik kardit ve proflaksiye uyumsuz hastalara göre kapak bulgularında gerileme oranı anlamlı düşüktü.
Sonuç: Çalışmamızda ekokardiyografinin ARA’lı hastalarda tanı ölçütleri içinde yer almasını, özelliklede subklinik karditin kalıcı RKH riski taşıdığı saptanmıştır. Sekonder proflaksi uyumsuzluğunun rekürren ARA gelişiminde önemli belirleyici faktör olduğu ve proflaksinin erişkin yaştaki RKH olan birey sayısının ve olası komplikasyonların azalmasına katkı sağlanabilir. (NCI-2021-3-48/R2)
OBJECTIVE: This study aims to evaluate the demographic and clinical findings of acute rheumatic fever (ARF) patients followed up in our clinic, their responses to treatment, and prognoses and to determine the clinical utility of echocardiography (ECHO) in the diagnosis of ARF.
METHODS: We retrospectively evaluated the data of 160 patients with ARF (6–17, mean 11.7±2.3 years, F/M: 88/72) that was diagnosed according to the Jones criteria and followed up in the pediatric cardiology clinic between January 2010 and January 2017.
RESULTS: About 29.4% (n=47) of 104 patients with rheumatic heart disease (RHD) had subclinical carditis. It was observed that subclinical carditis was most common in patients with polyarthralgia (52.2%); in contrast, clinical carditis was most commonly observed together with chorea (39%) and polyarthritis (37.1%). It was found that 60% (n=96) of the patients with rheumatic fever were between the ages of 10–13 and 31.3% (n=50) presented arthralgia most frequently in the winter months. The most common concomitant major symptoms were carditis + arthritis (35%) and carditis + chorea (19.4%). In patients with carditis, the most affected valves were mitral (63.8%) and aortic (50.6%) valves, respectively. The prevalence of monoarthritis, polyarthralgia, and subclinical carditis increased in cases diagnosed during and after 2015. The cardiac valve involvement findings of 71 of 104 patients (68.2%) with carditis improved during the approximately 7 years of follow-up. The regression of heart valve symptoms was significantly higher in patients with clinical carditis and those that complied with prophylaxis compared to patients with subclinical carditis and those that did not comply with prophylaxis.
CONCLUSION: We conclude that ECHO results should be included in the diagnostic criteria of ARF, and that subclinical carditis is associated with a risk of developing permanent RHD. Secondary prophylaxis non-compliance is significantly associated with recurrent ARF, and early prophylaxis can reduce the prevalence of RHD in adults and potential associated complications.

16.Time perspective of patients with multiple sclerosis
Esra Dogru Huzmeli, Taskin Duman
PMID: 37181067  PMCID: PMC10170386  doi: 10.14744/nci.2021.99148  Pages 248 - 254
Giriş: Kronik hastalığı olan bireylerin zaman perspektifi çok az çalışılmış bir parametredir. Amacımız, multipl skleroz (MS) hastalarının zaman perspektifini ve zaman perspektifini etkileyebilecek faktörleri incelemek ve geçmiş, şimdiki ve gelecek perspektiflerinin korelasyonunu araştırmaktır.
Yöntem: Hastaarın demografik özellikler, Zimbardo Zaman Perspektif Envanteri (ZTPI) puanı ve Genişletilmiş Engellilik Durum Ölçeği (EDSS) puanı kaydedildi. Çalışmaya toplamda 50 MS'li birey dahil edildi.
Bulgular: Hastaların Şimdiki-Kaderci (x = 3.18) ve Şimdiki-Hedonistik değerleri (x = 3.49), (p =0.017) arasında anlamlı bir fark olduğunu bulduk; ayrıca Şimdiki-Kaderci (x = 3.18) ve gelecek (x = 3.57) arasında da (p = 0.011) anlamlı fark olduğunu tespit ettik. Cinsiyet, ikamet yeri, medeni durum, atak sayısı ve eğitim düzeyinin ZTPI puanlarında anlamlı farklılık yoktu.
Sonuç: MS’li hastalar kaderci olmaktan ziyade hayatın daha çok haz boyutuna odaklanmaktadır. MS hastalarının çoğunlukla geleceğe odaklandığı sonucuna vardık. Hastalarımızın Şimdiki-Fatalistik puanlarının en düşük ve Gelecek puanının en yüksek zaman perspektifi boyutuna sahip olduğunu bulduk. (NCI-2021-1-38/R1)
OBJECTIVE: The time perspective of individuals with chronic disease is a little-studied parameter. Our aim is to examine multiple sclerosis (MS) patients’ time perspective and factors that may affect time perspective and to research the correlation of past, present, and future perspectives.
METHODS: Demographic characteristics, the Zimbardo Time Perspective Inventory (ZTPI) score, and the expanded disability status scale score were recorded. Overall, 50 with MS were included in the study.
RESULTS: We found that there was a significant difference between present-fatalistic (x=3.18), and present-hedonistic (x=3.49), (p=0.017); also between present-fatalistic (x=3.18), and future (x=3.57), (p=0.011). There was no significant difference in ZTPI scores between gender, place of residence, marital status, number of attacks, or education level.
CONCLUSION: MS patients focus mostly on the hedonistic dimension of the life than the fatalistic one in present time. We concluded that patients with MS focused mostly on the future. We found that our patients’ present-fatalistic scores were lower, and the future was higher time perspective dimension.

17.Comparision of lateral, medial, and posterior approaches in the surgical treatment of pediatric supracondylar humerus fractures
Bekir Karagoz, Birkan Kibar, Onur Oto, Fahri Erdi Malkoc
PMID: 37181052  PMCID: PMC10170387  doi: 10.14744/nci.2021.09475  Pages 255 - 262
Giriş: Pediatrik suprakondiler humerus kırıkları yönetimi zor, komplikasyon gelişme riski yüksek olan ve pediatrik dönemde yüksek oranda görülen kırık tiplerinden biridir. Kapalı redüksiyon ve perkütan pinleme, cerrahi tedavisinde en sık kullanılan yöntem olmakla birlikte, bazı durumlarda açık redüksiyon uygulanması gerekebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, açık redüksiyonla tedavi edilen hastalarda lateral, medial ve posterior yaklaşımın fonksiyonel ve radyolojik sonuçların karşılaştırılmasıdır.
Metot: Toplam 86 hasta çalışmaya dahil edildi. Lateral yaklaşım uygulanan 30 hasta grup 1, medial yaklaşım uygulanan 29 hasta grup 2 ve posterior yaklaşım uygulanan 27 hasta grup 3 olarak gruplandırıldı. Açık redüksiyon ve internal fiksasyon kullanılarak yapılan tedavinin klinik ve radyografik sonuçları değerlendirildi. Kozmetik ve klinik sonuçların değerlendirilmesinde Flynn kriterleri kullanıldı. Bununla birlikte Baumann açısı, lateral kapitellohumeral açı ve postoperatif komplikasyonlar açısından gruplar arasında karşılaştırma yapıldı.
Bulgular: Değerlendirmeye alınan komplikasyonlardan hiç birinde üç grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmayıp, en yüksek frekansta saptanan komplikasyon kübitus valgustur. Flynn kriterleri ile cerrahi yaklaşımlar arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki yoktur (p>0,05). Tüm cerrahi yaklaşımlarda çok yüksek kozmetik ve fonksiyonel sonuçlar elde edilmiştir. Postoperatif eklem hareket açıklığı ile cerrahi yaklaşım arasındaki ilişki değerlendirildiğinde, hastaların hiç birinde ekstansiyon kusuru saptanmamıştır. Fleksiyon kusuruna sahip hasta sayısı 7 kişi olup, ortalama 8° kısıtlılık saptandı. Yapılan istatistiksel analizde postoperatif fleksiyon hareket açıklığı ile cerrahi yaklaşım arasındaki anlamlı ilişki saptanmıştır (p: 0,011).
Sonuç: Pediatrik suprakondiler humerus kırığı vakalarında kapalı redüksiyon ve perkütan çivileme tercih edilir. Ancak bu yöntem uygulanamadığında, lateral ve medial ve posterior yaklaşım güvenle tercih edilebilecek açık redüksiyon yöntemleridir. (NCI-2021-6-9/R1)
OBJECTIVE: The aim of this study was to compare the functional and radiological results of lateral, medial, and posterior surgical approaches in pediatric patients undergoing open reduction and internal fixation for supracondylar humerus fractures.
METHODS: A total of 86 patients were included in the study. The clinical and radiographic results of the treatment in patients who underwent open reduction and internal fixation with lateral, medial, and posterior approaches were evaluated. Flynn’s criteria were used in the evaluation of cosmetic and clinical results. Comparisons were made between the groups in terms of Baumann angle, lateral capitellohumeral angle, and post-operative complications.
RESULTS: There was no statistically significant difference between the three groups in terms of complications. No statistically significant relationship was observed between Flynn’s criteria and surgical approaches. When the relationship among post-operative range of motion (ROM) and surgical approach was evaluated, no extension defect was found in any of the patients, but a significant relationship was found between post-operative flexion ROM and surgical approach (p=0.011).
CONCLUSION: Closed reduction and percutaneous pinning are preferred in cases of pediatric supracondylar humerus fractures. However, when this method cannot be applied, lateral, medial, and posterior approaches are the possible open reduction methods, that can be safely preferred.

18.Normative reference values of major thoracic arterial vasculature in Turkiye
Deniz Esin Tekcan Sanli, Ahmet Necati Sanli, Onur Yildirim, Ergin Erginoz, Duzgun Yildirim
PMID: 37181064  PMCID: PMC10170372  doi: 10.14744/nci.2021.03206  Pages 263 - 270
Amaç: Türkiye’deki majör torasik arter damar sistemi için normatif referans değerleri belirlemek, yaş ve cinsiyete göre damar çaplarındaki farklılıkları değerlendirmek.
Yöntemler: Mart-Haziran 2020 tarihleri arasında COVID-19 ön tanısı nedeniyle çekilen düşük doz kontrastsız toraks bilgisayarlı tomografi (BT) görüntüleri retrospektif olarak değerlendirildi. Bilinen kronik akciğer parankim hastalığı, plevral efüzyon, pnömotoraks, diyabet, hipertansiyon, obezite, kronik kalp hastalıkları (koroner arter hastalığı, ateroskleroz, konjestif kalp yetmezliği, kapak replasmanı, aritmi) gibi kronik hastalıkları olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Çıkan aort çapı (ÇAÇ), inen aort çapı (İAÇ), aortik ark çapı (AAÇ), ana pulmoner arter çapı (APAÇ), sağ pulmoner arter çapı (SaPAÇ), ve sol pulmoner arter çapı (SoPAÇ) standart yöntemlerle aynı kesitlerde ölçüldü. Parametrelerin yaşa (<40 yaş; ≥40 yaş) ve cinsiyete (kadın;erkek) göre değişkenliği istatistiksel yöntemlerle değerlendirildi. Normal dağılıma uygun nicel verilen yaş ve cinsiyete göre karşılaştırılması için Student-t test kullanılırken, normal dağılıma uymayan veriler Mann Whitney U test ile karşılaştırıldı. Verilerin normal dağılıma uygunlukları Kolmogorov-Smirnov, Shapiro-Wilk testi ve grafiksel incelemeler ile sınandı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 777 olgunun % 52,8'i (s: 410) erkek, % 47,2'si (s: 367) kadındı. Çalışma grubu 18-96 yaş aralığında olup genel ortalama yaşı 43.80 ± 15.98 idi. Ortalama çaplar ÇAÇ için 28.52 ± 5.13 mm, AAÇ için 30.83 ± 5.25 mm, İAÇ için 21.27 ± 3.57 mm; APAÇ için 23,27 ± 4,03 mm, SaPAÇ için 17,27 ± 3,19 mm ve SoPAÇ için 17,62 ± 3,06 mm idi. 40 yaş üstü olgular için tüm damar çaplarında istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek değerler elde edildi. Benzer şekilde erkeklerde tüm damar çaplarında kadınlara göre daha yüksek değerler elde edildi.
Sonuç: Tüm torasik ana vasküler yapıların çapları erkeklerde kadınlara göre daha büyüktür ve yaşla birlikte damar çağları genişlemektedir. (NCI-2021-5-3/R1)
OBJECTIVE: The aim of this study was to determine normative reference values for major thoracic arterial vasculature in Turkiye and to evaluate differences according to age and gender.
METHODS: Low-dose unenhanced chest computerized tomography images acquired with pre-diagnosis of COVID-19 between March and June 2020 were evaluated retrospectively. Patients with known chronic lung parenchymal disease, pleural effusion, pneumothorax, chronic diseases such as diabetes, hypertension, obesity, and chronic heart diseases (coronary artery disease, atherosclerosis, congestive heart failure, valve replacement, and arrhythmia) were excluded from the study. The ascending aorta diameter (AAD), descending aorta diameter (DAD), aortic arch diameter (ARCAD), main pulmonary artery diameter (MPAD), right pulmonary artery diameter (RPAD), and the left pulmonary artery diameter (LPAD) were measured in the same sections by standardized methods. The variability of parameters according to age (<40 years; ≥40 years) and gender (male to female) was evaluated by statistical methods. The Student’s t test was used to compare the normal distribution according to the given quantitative age and gender, while the data that did not fit the normal distribution were compared with the Mann-Whitney U test. The conformity of the data to the normal distribution was tested with the Kolmogorov-Smirnov, Shapiro-Wilk test, and graphical examinations.
RESULTS: Totally 777 cases between the ages of 18–96 (43.80±15.98) were included in the study. Among these, 52.8% (n=410) were male and 47.2% (n=367) were female. Mean diameters were 28.52±5.13 mm (12–48 mm in range) for AAD, 30.83±5.25 mm (12–52 mm in range) for ARCAD, DAD 21.27±3.57 mm (11–38 mm in range) for DAD; 23.27±4.03 mm (14–40 mm in range) for MPAD, 17.27±3.19 mm (10–30 mm in range) for RPAD, and 17.62±3.06 mm (10–37 mm in range) for LPAD. Statistically significantly higher values were obtained in all diameters for cases over 40 years of age. Similarly, higher values were obtained in all diameters for males compared to females.
CONCLUSION: The diameters of all thoracic main vascular structures are larger in men than in women and increase with age.

19.The relationship between seborrheic dermatitis and body composition parameters
Aysegul Ozgul, Nihal Altunisik, Dursun Turkmen, Serpil Sener
PMID: 37181061  PMCID: PMC10170379  doi: 10.14744/nci.2022.08068  Pages 271 - 276
Giriş: Seboreik dermatit (SD), klinik olarak kepekli yamalarla karakterize kronik, tekrarlayan enflamatuvar bir deri hastalığıdır. Kronik enflamasyonlu deri hastalıklarının metabolik sendrom, obezite, kardiyovasküler hastalıklar (KVH) ve diyabet gibi komorbid durumlarla ilişkili olduğu bilinmektedir. Son yıllarda SD'in metabolik sendrom, hipertansiyon, obezite ve beslenme faktörleri ile ilişkisini araştıran çalışmalar bulunmaktadır. Ancak SD hastalarında vücut kompozisyonu parametrelerini değerlendiren bir çalışma bulunmamaktadır. Bu bilgiler ışığında SD ile vücut kompozisyon parametreleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Araştırma, Üniversite Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliniğine başvuran 18 yaş üstü 39 SD hastası ve 39 yaş ve cinsiyet uyumlu kontrol hastası olmak üzere toplam 78 katılımcı üzerinde gerçekleştirildi. Tanita MC 580 Body Analyzer ile her katılımcı için vücut kompozisyon parametreleri ölçüldü. Ayrıca SD hasta grubunda Seboreik Dermatit Alan Şiddet İndeksi (SDASI) hesaplandı. Bu parametreler vaka ve kontrol grupları arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Hasta ve kontrol grupları arasında boy (p=0,208), ağırlık (p=0,309), vücut kitle indeksi (p=0,762), yağ kütlesi (p=0,092), metabolik yaş (p=0,916), vücut yoğunluğu (p=0,180), mineral (p=0,699), viseral yağlanma (p=0,401), protein (p=0,665) ve diğer vücut kompozisyon parametreleri açısından anlamlı fark yoktu. Sadece SDASI ile boy (p=0,026) ve protein (p=0,016) değerleri arasında pozitif bir korelasyon vardı.
Sonuç: SD, obezite, metabolik sendrom, insülin direnci ve KVH ile ilişkili olabilir, ancak sonuçlar net değildir ve daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. (NCI-2021-12-3/R1)
OBJECTIVE: Seborrheic dermatitis (SD) is a chronic, recurrent inflammatory skin disease characterized by clinically scaly patches. It is known that skin diseases with chronic inflammation are associated with comorbid conditions such as metabolic syndrome, obesity, cardiovascular diseases (CVD) and diabetes. In recent years, there are studies investigating the relationship of SD with metabolic syndrome, hypertension, obesity and nutritional factors. However, there is no study evaluating body composition parameters in SD patients. In the light of this information, it was aimed to evaluate the relationship between SD and body composition parameters.
METHODS: The study was conducted on a total of 78 participants, including 39 SD patients over the age of 18 and 39 age- and gender-matched control patients, who applied to the University Faculty of Medicine Dermatology outpatient clinic. Body composition parameters were measured for each participant with the Tanita MC 580 Body Analyzer. In addition, SD area severity ındex (SDASI) was calculated in the SD patient group. These parameters were compared between the case and control groups.
RESULTS: There was no significant difference concerning height (p=0.208), weight (p=0.309), body mass index (p=0.762), fat mass (p=0.092), metabolic age (p=0.916), body density (p=0.180), mineral (p=0.699), visceral adiposity (p=0.401), protein (p=0.665), and other body composition parameters, between the case and control groups. There was only positive correlation between SDASI and height (p=0.026) and protein (0.016) value.
CONCLUSION: SD may be associated with obesity, metabolic syndrome, insulin resistance, and CVD, but the results are unclear and further studies are needed.

CASE REPORT
20.Cryptococcal endocarditis of native valve in a patient with systemic lupus erythematosus
Seyedeh Kimia Yavari, Danielle Lapoint, Amanda Levy, Leili Pourafkari
PMID: 37181051  PMCID: PMC10170374  doi: 10.14744/nci.2023.04372  Pages 277 - 280
Cryptococcal endocarditis is an exceedingly rare entity associated with high mortality and morbidity. Hereby, we present a 37-year-old patient with underlying systemic lupus erythematosus and end-stage renal disease who was diagnosed with cryptococcal endocarditis involving native mitral valve. Her blood culture grew Cryptococcus neoformans. Echocardiography confirmed presence of vegetations and patient underwent mitral valve replacement and received appropriate anti-fungal treatment. Her course was further complicated by sternal wound dehiscence and infection of hemodialysis site as well as atrial flutter. Unfortunately, patient passed 2 weeks after discharge from hospital. C. neoformans is typically known to cause serious central nervous system. However, this pathogen can rarely cause serious infective endocarditis case particularly in immune compromised patients or those with prosthetic valves. Fungal endocarditis is usually treated with a combination of
surgery and anti-fungal medications. (NCI-2022-6-7)

LookUs & Online Makale