ISSN: 2148-4902 | E-ISSN: 2536-4553
Northern Clinics of İstanbul - North Clin Istanb: 11 (4)
Volume: 11  Issue: 4 - 2024
EDITORIAL
1.Front Matter

Pages I - VIII

RESEARCH ARTICLE
2.Effect of latanoprost on choroidal thickness in patients with newly diagnosed primary open-angle glaucoma
Neslihan Buyukmurat, Erdi Karadag, Hanefi Ozbek
PMID: 39165701  PMCID: PMC11331209  doi: 10.14744/nci.2024.87405  Pages 271 - 276
Amaç: Bu çalışmanın amacı, yeni tanı konmuş primer açık açılı glokomlu hastalarda latanoprostun koroid kalınlığı üzerindeki etkisini Swept-Source Optik Koherens Tomografi (SS-OKT) kullanarak araştırmaktır.
Metodlar: Bu retrospektif, randomize olmayan çalışmaya latanoprost tedavisi alan 40 yeni tanı konmuş primer açık açılı glokom hastası dahil edilmiştir (Grup 1). Ayrıca, yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş 40 sağlıklı birey kontrol grubu olarak görev yapmıştır (Grup 2). Swept-Source Optik Koherens Tomografi kullanılarak, subfoveal, horizontal temporal kadran ve horizontal nazal kadran koroid kalınlığının yanı sıra göz içi basıncı (GİB) ve retina sinir lifi tabakası (RSLT) kalınlığı ölçümleri her iki grup için başlangıçta ve 1 ay sonra toplanmıştır.
Sonuçlar: Yaş ortalaması grup 1'de 39.8±4.15 yıl (dağılım: 18-45 yıl) ve grup 2'de 41.67±7.95 yıl (dağılım: 18-45 yıl) idi (p>0.05). Latanoprost tedavisi öncesinde subfoveal alan, horizontal temporal kadran ve horizontal nazal kadranda ortalama koroid kalınlığı grup 1'de 263.57±84.23 μm, 233.05±80.08 μm ve 219.52±83.28 μm iken, grup 2'de 278.9±93.88 μm, 243.8±73.37 μm ve 209.85±92.92 μm idi. Latanoprost tedavisi sonrasında, subfoveal alan, horizontal temporal kadran ve horizontal nazal kadrandaki ortalama koroid kalınlığı grup 1'de anlamlı olarak değişerek 299,77±41,29 μm, 269,9±43,80 μm ve 261,32±45,60 μm oldu (sırasıyla p=0,02, p=0,016 ve p=0,012). Ancak grup 2'de subfoveal alan, horizontal temporal kadran ve horizontal nazal kadrandaki ortalama koroid kalınlığındaki değişim anlamlı değildi ve sırasıyla 279,25±103,37 μm, 246,42±87,07 μm ve 203,62±106,74 μm olarak ölçüldü (sırasıyla p=0,4, p=0,5 ve p=0,9). Ortalama GİB grup 1'de anlamlı olarak azalırken (p=0.000), grup 2'de anlamlı olarak değişmemiştir (p=0.153). Grup 1 ve grup 2'de başlangıç ve 1. aydaki RSLT kalınlığı değerleri arasında fark yoktu (p>0.05).
Sonuç olarak: Topikal latanoprost koroidal kalınlığını artırabilir. Swept Source-OCT, latanoprostun koroid kalınlığı üzerindeki etkileri anlamamıza katkı sağlayabilir. (NCI-2024-5-3)
OBJECTIVE: The purpose of this study was to assess the influence of latanoprost on choroidal thickness in patients with newly diagnosed primary open-angle glaucoma using Swept-Source Optical Coherence Tomography (SS-OCT).
METHODS: The retrospective, non-randomized study comprised 40 newly diagnosed primary open-angle glaucoma patients receiving latanoprost therapy (Group 1). Additionally, 40 age- and sex-matched healthy subjects served as the control group (Group 2). Using SS-OCT, measurements of subfoveal, horizontal temporal, and horizontal nasal quadrants choroidal thickness, as well as intraocular pressure (IOP) and retinal nerve fiber layer (RNFL) thickness values, were collected at baseline and after 1 month for both groups.
RESULTS: The mean age was 39.8±4.15 years (range: 18–45 years) in group 1 and 41.67±7.95 years (range: 18–45 years) in group 2 (p>0.05). The mean choroidal thickness in the subfoveal area, horizontal temporal quadrant, and horizontal nasal quadrant prior to latanoprost therapy were 263.57±84.23 µm, 233.05±80.08 µm, and 219.52±83.28 µm in the group 1 whereas 278.9±93.88 µm, 243.8±73.37 µm and 209.85±92.92 µm in the group 2. After latanoprost therapy, the mean choroidal thickness in the subfoveal area, horizontal temporal quadrant, and horizontal nasal quadrant changed significantly to 299.77±41.29 µm, 269.9±43.80 µm, and 261.32±45.60 µm in the group 1 (p=0.02, p=0.016, and p=0.012, respectively) (Table 1). However, the mean choroidal thickness in the subfoveal area, horizontal temporal quadrant and horizontal nasal quadrant in group 2 changed not significant and was 279.25±103.37 μm, 246.42±87.07 μm and 203.62±106.74 μm, respectively (p=0.4, p=0.5 and p=0.9, respectively). The mean IOP decreased significantly in group 1 (p=0.000) but did not change significantly in group 2 (p=0.153). There was no difference in RNFL thickness values at baseline and 1 st month in group 1 and group 2 (p>0.05).
CONCLUSION: Topical latanoprost may increase choroidal thickness. Swept Source-OCT may contribute to our understanding of the actions of latanoprost on choroidal thickness.

3.Evaluation of the relationship between the presence of an accessory maxillary ostium and the presence and types of nasal septum deviation: A computed tomography study
Hanife Gulden Duzkalir, Ozge Adiguzel Karaoysal, Gunay Rona
PMID: 39165712  PMCID: PMC11331200  doi: 10.14744/nci.2023.02800  Pages 277 - 283
AMAÇLAR: Maksiller aksesuar ostium (AMO) kronik rinosinüzit ve nazal septal deviasyon (NSD) ile ilişkilendirilmiştir, ancak sağlıklı kişilerde de AMO bulunabilmektedir. AMO'nun amacı, kökeni ve etkileri belirsizdir. Bu çalışmanın amacı AMO ve NSD'nin tipleri, sıklığı ve aralarındaki ilişkiyi araştırmaktır.
YÖNTEM: Retrospektif, tek merkezli çalışmamızda, 2022-2023 yılları arasında kliniğimizde çekilen paranasal sinüs tomografileri taranarak, dahil edilme kriterlerini karşılayan 200 hastanın görüntüleri üzerinden AMO yönü (sağ/sol), aksesuar ostium yerleşimi (superior/middle/inferior 1/3), NSD varlığı ve Mladina indeksine göre sapma tipi açısından değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların %60.5'i kadın, %39.5'i erkekti. AMO dağılımı gruplar arasında benzerdi (p>0.05). AMO varlığı ve lokalizasyonu ile NSD varlığı arasında anlamlı bir korelasyon yoktu (p>0.05). AMO olan 93 hastada (%89.4) ve AMO olmayan 78 hastada (%81.3) NSD tespit edildi (p=0.16). NSD varlığı ve tiplerinin dağılımı sağ veya sol yerleşimde, AMO (+) ve AMO (-) hastalarda benzerdi (p>0.05).
SONUÇ: AMO'ların kronik sinüzite ve FESS başarısızlığına neden olduğuna dair kanıtlar yetersizdir ve sağlıklı kişilerde veya çocuklarda AMO varlığını açıklayamamaktadır. NSD-AMO ilişkisini inceleyen literatürde çok az çalışma vardır. Çalışmamızda, paranazal hastalığı olmayan bireylerde yüksek oranda NSD ve AMO saptandı; ancak NSD varlığı, yeri ve tipi ile AMO arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamadı. NSD ve AMO ilişkisi üzerine yapılacak erken başlangıçlı uzun vadeli prospektif araştırmalar, yaşam kalitesini düşüren paranazal hastalıkların etiyopatogenezini açıklamaya yardımcı olabilir. (NCI-2023-7-26)
OBJECTIVE: The maxillary accessory ostium (AMO) has been associated with chronic rhinosinusitis and nasal septal deviation (NSD), but AMO may also be present in healthy individuals. AMO’s purpose, origin, and effects are uncertain. This study aimed to investigate the types and frequency of AMO and NSD, as well as their relationship.
METHODS: In our retrospective, single-center study, paranasal sinus tomographs performed in our clinic between 2022 and 2023 were scanned, and 200 patients who met the inclusion criteria were evaluated in terms of AMO direction (right/left), accessory ostium location (superior/middle/inferior 1/3), presence of NSD, and deviation type according to the Mladina index.
RESULTS: 60.5% of the patients were female and 39.5% were male. AMO distribution was similar between the groups (p>0.05). There was no significant correlation between the presence and localization of AMO and the presence of NSD (p>0.05). NSD was detected in 93 patients (89.4%) with AMO and 78 patients (81.3%) without AMO (p=0.16). The distribution of NSD presence and types was similar in right or left localization, AMO (+) and AMO (-) patients (p>0.05).
CONCLUSION: The evidence that AMOs cause chronic sinusitis and FESS failure is insufficient and cannot explain the presence of AMOs in healthy individuals or children. There are very few studies in the literature examining the NSD-AMO relationship. In our study, high rates of NSD and AMO were found in individuals without paranasal disease, but no statistically significant relationship was found between the presence, location, and type of NSD and AMO. Early-onset, long-term prospective studies on the relationship between NSD and AMO may help to explain the etiopathogenesis of paranasal diseases that reduce quality of life.

4.The relationship between lung cancer and hepatosteatosis in patients with biopsy-confirmed lung cancer diagnosis
Murat Asik, Mehmet Ali Agirbasli, Kendal Erincik
PMID: 39165710  PMCID: PMC11331210  doi: 10.14744/nci.2024.88972  Pages 284 - 291
Giriş: Bu çalışmanın amacı, akciğer nodül biyopsisi yapılan hastalarda hepatosteatoz ile akciğer kanseri arasında bir ilişkinin olup olmadığını değerlendirmektir.
Yöntem: 2016 ve 2022 yılları arasında akciğer biyopsisi yapılan 359 hasta (248 erkek, %69.1) bu retrospektif çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 64.59±14.05 (aralık=30-90) idi. Bu hastalar akciğer lezyonu nedeni ile takip edilen ve evreleme amacıyla torako-abdominal BT taramaları yapılan hastalardı. Karaciğer parankimi kontrastsız BT taramalarında dansite ölçümleri yapılarak hepatosteatoz açısından değerlendirildi.
Bulgular: Yapılan akciğer biyopsisinde patoloji sonuçlarında lezyonların çoğunluğu malign (n=265, %73.8) tanı almıştı. İstatistiksel analiz sonuçlarında hepatosteatozu olmayanlara göre hepatosteatozu olanlar hastalarda malignite sayıları anlamlı derecede daha yüksek olduğu ortaya kondu (%73'e karşı %57, p=0.006). Ayrıca, maligniteye sahip hastaların sıklıkla erkek (%73'e karşı %27, p=0.010) ve daha yaşlı (65.80 ± 12.83 yıla karşı ise 61.20 ± 16.63 yıl; p=0.06) olduğu ve tip 2 diyabetes mellitus (DM) oranının daha yüksek olduğu görüldü (%43.7'ye karşı %31.9, p=0.046). Lojistik regresyon analizinde, ileri yaş, tip 2 DM ve hepatosteatozun akciğerde malignite riski ile ilişkili olduğunu gösterdi (sırasıyla p=0.049, %95 C.I.(1.000-1.036), p=0.044, %95 C.I.(0.0347-0.98736), p=0.013, %95 C.I.(1.154-3.323 )).
Sonuç: Çalışma bulgularımız, hepatosteatozun akciğer kanseri ile ilişkili olabileceğini düşündürmektedir. Bu nedenle, hepatosteatoz ile akciğer kanseri arasında bir ilişki olabileceği düşünülerek hepatosteatoz tanısı ciddiye alınmalıdır. (NCI-2023-12-4)
OBJECTIVE: The purpose of this study is to evaluate whether hepatosteatosis is associated with lung cancer in patients undergoing lung nodule biopsy.
METHODS: 359 patients (248 males, 69.1%) who underwent lung biopsy between the years 2016 and 2022 were included in this retrospective study. The average age of the patients was 64.59±14.05 (range=30–90) years. These patients were undergoing follow-up for a lung lesion and had undergone thoraco-abdominal CT scans. Attenuation measurements were performed on non-contrast CT scans from the liver and spleen parenchyma.
RESULTS: Pathology results showed that the majority of diagnoses were malignant (n=265, 73.8%). Statistical analysis revealed a significantly higher number of patients with malignancy among those with hepatosteatosis compared to those without hepatosteatosis (73% vs. 57%, p=0.006). Furthermore, patients with malignancy were more frequently male (73 vs. 27%, p=0.010), older (65.80±12.83 years vs. 61.20±16.63 years; p=0.06) and had a higher prevalence of diabetes mellitus (DM) (43.7 vs. 31.9%, p=0.046). Logistic regression analysis indicated that advanced age, DM, and hepatosteatosis were associated with an increased risk of malignancy (p=0.049, 95% CI (1.000–1.036), p=0.044, 95% CI (0.0347–0.98736), p=0.013, 95% CI (1.154–3.323), respectively).
CONCLUSION: The study findings suggest that hepatosteatosis might be associated with lung cancer. Therefore, due to its possible relationship with lung cancer, it should be taken very seriously, considering the chance of early diagnosis and treatment.

5.Incidence of and risk factors for venous thrombosis in hospitalized patients with hematologic malignancies: A single-center, prospective cohort study
Nevin Alayvaz Aslan, Ozde Elver, Cansu Korkmaz, Hande Senol, Alperen Halil Hayla, Nil Guler
PMID: 39165714  PMCID: PMC11331203  doi: 10.14744/nci.2023.92332  Pages 292 - 301
Amaç: Hematolojik malignitesi olan hastalarda venöz tromboembolizm (VTE) insidansı beklenenden daha yüksek olup, hastanede yatış süresi tromboz riskini artırmaktadır. Bu çalışmanın amacı, hematolojik malignitesi olan yatan hastalarda venöz trombozun sıklığını ve risk faktörlerini araştırmaktır.
Metot: 2020 ve 2021 yılları arasında hematolojik malignitesi olan hastaları içeren prospektif bir kohort çalışması tasarlanmıştır. Yüksek kanama riskine sahip hastalar hariç olmak üzere tüm hastalara tromboz profilaksisi verilmiş olup yatış süresince gelişen venöz tromboz olayları incelenmiştir.
Bulgular: Çalışmaya 94 hasta dahil edildi. Yüzeyel ven trombozu oranı %11.7 ve derin ven trombozu (pulmoner emboli ve kateter trombozu) oranı %7.4 idi. Tromboz gelişen hastaların, tromboz geliştirmeyenlere göre istatistiksel olarak daha uzun hastanede kalma süresi (21 vs 11.5 gün, p=0.023) ve daha fazla hastaneye yatış sayısı (1 vs 3, p=0.015) vardı. Venöz tromboz için en yüksek risk, tromboz risk faktörü sayısı 3 veya daha fazla olan hastalarda tespit edildi (p=0.017, OR=4.32; %95 CI: 1.3-14.35). Ayrıca, tekrarlayan hastaneye yatışı olan hastalar (p=0.024, OR=1.49; %95 CI: 1.05-2.11) ve daha yüksek fibrinojen düzeylerine sahip hastalarda (p=0.028, OR=1; %95 CI: 1-1.006) tromboz riski artmıştı.
Sonuç: Venöz tromboz, hematolojik malignitesi olan hastalarda sık olarak görülmektedir. Bu hasta grubunda tromboz açısından yüksek riskli hastaların tespiti için evrensel kabul görmüş bir risk skorlama sistemi gerekmektedir. (NCI-2023-6-16)
OBJECTIVE: Incidence of venous thromboembolism (VTE) is higher than the expected in patients with hematologic malignancies and duration of hospitalization period increases the risk of thrombosis. The objective of this study was to investigate the incidence of and risk factors for venous thrombosis in hospitalized patients with hematologic malignancies.
METHODS: We designed a prospective cohort study and enrolled patients with hematologic malignancies, who had been hospitalized between 2020 and 2021. Thromboprophylaxis was given to all patients, other than those under a high risk of hemorrhage.
RESULTS: 94 patients were enrolled. The incidence of superficial vein thrombosis was 11.7% and the incidence of deep vein thrombosis (including pulmonary embolism and catheter thrombosis) was 7.4%. Patients, who developed thrombosis, had statistically significantly longer hospital stays (21 vs. 11.5 days, p=0.023) and a higher number of hospitalizations (1 vs. 3, p=0.015) compared to those, who did not develop thrombosis. Patients, who had 3 or more risk factors for thrombosis, were found to be under the highest risk. (p=0.017, OR=4.32; 95% CI: 1.3–14.35). Furthermore, patients with recurrent hospitalizations (p=0.024, OR=1.49; 95% CI: 1.05–2.11) and higher fibrinogen levels (p=0.028, OR=1; 95% CI: 1–1.006) were under an increased risk of thrombosis.
CONCLUSION: Venous thrombosis is frequently seen in hospitalized patients with hematologic malignancies. A universally accepted risk scoring system is required for detection of patients, under a high risk for thrombosis.

6.General analysis of breast cancer patients tested for BRCA mutations and evaluation of acute radiotherapy toxicity
Sule Karabulut Gul, Huseyin Tepetam, Berrin Benli Yavuz, Ozge Kandemir Gursel, Ayse Altinok, Irem Yuksel, Omar Alomari, Banu Atalar, Ilknur Bilkay Gorken
PMID: 39165702  PMCID: PMC11331201  doi: 10.14744/nci.2023.93196  Pages 302 - 308
Amaç: Kalıtsal meme kanserlerinin çoğu, meme kanseri duyarlılık genleri BRCA1 veya BRCA2 mutasyonları nedeniyle meydana gelir. Bu mutasyonların varlığı, tümör hücrelerinin iyonize radyasyona ve DNA'ya duyarlılığını artırır ve kanser tedavisinin komplikasyonlarına karşı duyarlılığı da etkileyebilir. Çalışmamızın amacı, BRCA 1/2 mutasyon pozitif hastaları genel olarak değerlendirmek, radyoterapi akut yan etkilerini incelemek ve BRCA negatif hastalarla farkını belirlemektir.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza katılmaya istekli dört merkeze veri tabanı gönderilmiştir. Tam verilere ve bilinen mutasyon analizine sahip 73 hasta dahil edildi. Hastalar, tedavi sırasında akut toksisite için haftalık olarak izlendi. Toksisiteler, RTOG akut toksisite kriterlerine göre değerlendirildi.
Bulgular: Ortalama yaş 43'tü, 17 hastada BRCA1 (+) ve 19 hastada BRCA2 (+) saptandı. Hastaların 67'sinde invaziv duktal karsinom mevcuttu. Tüm hastalara cerrahi işlem uygulanmıştı. Elliyedi hastaya konvansiyonel radyoterapi dozları verilirken, 16 hastaya hipofraksiyone radyoterapi dozları verildi. Takip sürecinde üç hastada metastaz gelişimi görüldü. Tüm BRCA pozitif hastaların invaziv duktal karsinomu bulunmaktaydı. BRCA pozitif hastalarda, 40 yaşın altındakiler (p<0.001), yüksek nodal pozitiflik (p=0.008), grade 2-3 (p=0.022) ve lenfovasküler invazyon (p=0.002) BRCA negatif hastalara kıyasla anlamlı olarak daha sık görüldü (p<0.001). Ortanca sağkalım süresi 35,8 aydı. Grade 1 disfaji, 7 BRCA negatif hastada ve 4 BRCA pozitif hastada görüldü; iki grup arasında anlamlı bir fark bulunmamaktaydı (p=0.351). Grade 2-3 cilt reaksiyonları ise 11 BRCA negatif hastada ve 8 BRCA pozitif hastada ortaya çıktı; istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamaktaydı.
Sonuç: Çalışmamızda, BRCA mutasyonlarının varlığı, literatürle uyumlu olarak genç yaş, nodal durum, grade ve lenfovasküler invazyon ile ilişkili bulunmuştur. Literatürde BRCA pozitifliğinin toksisite üzerinde etkisi bulunmamıştır ve çalışmamızdaki iki grup arasında yan etkiler benzerdir. Meme koruyucu cerrahi (MKC) veya mastektomi sonrası radyoterapi, BRCA pozitif hastalara güvenle uygulanabilir. (NCI-2023-5-8)
OBJECTIVE: The objective of our study is to evaluate breast cancer patients with BRCA1 or BRCA2 gene mutations and compare them with patients without these mutations. Specifically, we aim to assess the acute side effects of radiotherapy in both groups.
METHODS: Data were collected from four participating centers, comprising information from 73 patients who underwent known mutation analysis and had complete data. Patients were monitored on a weekly basis throughout their treatment for acute toxicity, which was evaluated using the Radiation Therapy Oncology Group (RTOG) acute toxicity criteria.
RESULTS: The median age of the 73 patients included in our study was 43. Among them, 17 had BRCA1-positive mutations and 19 had BRCA2-positive mutations. Invasive ductal carcinoma was present in 67 patients, all of whom underwent surgery. Of the patients, 57 received conventional radiotherapy doses, while 16 received hypofractionated radiotherapy doses. During follow-up, metastasis occurred in three patients. In BRCA-positive patients, those under 40 years of age (p<0.001), with high nodal positivity (p=0.008), grade 2–3 (p=0.022), and lymphovascular invasion (p=0.002) were significantly more frequent compared to BRCA-negative patients (p<0.001). The median survival was 35.8 months. Grade 1 dysphagia developed in seven BRCA-negative patients and four BRCA-positive patients, with no significant difference observed between the two groups (p=0.351). There was also no statistical difference observed in the occurrence of grade 2–3 skin reactions, with 11 BRCA-negative patients and eight BRCA-positive patients experiencing these side effects.
CONCLUSION: Our study supports existing literature by identifying an association between the presence of BRCA mutations and young age, nodal status, grade, and lymphovascular invasion. Additionally, we found no significant difference in the occurrence of radiotherapy toxicity between BRCA-positive and BRCA-negative patients. These findings suggest that radiotherapy can be safely administered to BRCA-positive patients after breast-conserving surgery or mastectomy. Keywords for our study include breast cancer, BRCA mutation, radiotherapy, and side effects.

7.Relationship between inflammatory markers, hormonal profiles, and sperm parameters
Muserref Banu Yilmaz, Reyyan Gokcen Iscan, Zeynep Celik
PMID: 39165711  PMCID: PMC11331202  doi: 10.14744/nci.2023.41882  Pages 309 - 314
Amaç: Bu çalışmanın amacı spermiyogramın yapıldığı günde bakılan semen parametreleri, tam kan sayımı ve hormon düzeyleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir.
Yöntemler: Tam kan sayımı için bakılan 230 hastanın semen parametreleri ve spermiogram günü hormon düzeyleri çalışmaya dahil edildi. Hastalar TMSC' ye göre gruplandırıldıktan sonra gruplar arasında semen parametreleri, hemogram ve hormon düzeyleri karşılaştırıldı.
Bulgular: Nötrofil oranları, nötrofil sayıları, lenfosit sayıları, trombosit sayıları, nötrofil lenfosit oranı (N/L) ve platelet lenfosit oranı (P/L) açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Bununla birlikte, WBC ve lenfosit sayıları sperm konsantrasyonu ile zayıf pozitif korelasyon gösterdi (p=0,021, p=0,026), WBC ve nötrofil sayısı ile motilite için zayıf anlamlı pozitif korelasyon bulundu (p=0,038, p=0,004). FSH düzeyi TMSC >20 m olanlarda TMSC <5 m ve 5-10 m olanlara göre daha düşük bulundu (p=0,004, p=0,022). LH, TMSC >20 m olanlarda TMSC <5 m olanlara göre daha düşük bulundu (p=0,048). Ayrıca hem FSH hem de LH seviyeleri ile sperm konsantrasyonu, hareketliliği ve TMSC arasında negatif korelasyon bulundu (p<0.001, p=0.014).
Sonuç: Bu çalışmada, FSH, LH seviyeleri ile sperm konsantrasyonu, hareketliliği, TMSC arasında anlamlı bir negatif korelasyon gösterilmiştir. N/L ve P/L' nin sperm kalitesinin öngörücü belirteçleri olarak kullanılamayacağı sonucuna varılmıştır. WBC, nötrofil sayıları ve sperm parametreleri arasındaki önemli pozitif korelasyonun sonuçları, araştırmacıları daha büyük örneklem boyutları ve farklı inflamatuar ve hormonal belirteçlerle prospektif randomize kontrollü çalışmalar yapmaya teşvik edecektir. (NCI-2023-1-19)
OBJECTIVE: The aim of this study is to evaluate the relationship between semen parameters, complete blood count, and hormone levels on the day of spermiogram.
METHODS: Semen parameters of 230 patients who were examined for full blood count test and hormone levels on the day of spermiogram were included in the study. Patients were grouped according to the total motile sperm count (TMSC), semen parameters, hemogram, and hormone levels were compared between groups.
RESULTS: No statistically significant difference was found between groups in neutrophil ratios, neutrophil, lymphocyte, platelet counts, neutrophile-to-lymphocyte ratio (N/L), and platelet-to-lymphocyte ratio (P/L). However, white blood cell (WBC) and lymphocyte counts were weakly positively correlated with sperm concentration (p=0.021, p=0.026), and a weakly significant positive correlation was found with WBC and neutrophil count for motility (p=0.038, p=0.004). FSH level was found to be lower in cases with TMSC >20 m than those with TMSC <5 m and 5-10 m (p=0.004, p=0.022). LH was found to be lower in cases with TMSC >20 m than those with TMSC <5 m (p=0.048). A negative correlation was found for both FSH and LH levels with sperm concentration, motility, and TMSC (p<0.001, p=0.014).
CONCLUSION: In this study, a significant negative correlation was demonstrated between FSH, LH levels and sperm concentration, motility, TMSC. N/L and P/L cannot be used as predictive markers of sperm quality. The results of a significant positive correlation between WBC, neutrophil counts, and sperm parameters encourage researchers to conduct prospective randomized controlled trials with larger sample sizes and different inflammatory and hormonal markers.

8.Evaluation of the relationship between mast cell activation and postural orthostatic tachycardia syndrome in children and adolescents
Yunus Emre Bayrak, Ozlem Kayabey, Evic Zeynep Basar, Isil Eser Simsek, Metin Aydogan, Abdulkadir Babaoglu
PMID: 39165715  PMCID: PMC11331198  doi: 10.14744/nci.2023.64920  Pages 315 - 321
Giriş ve amaç: Postüral ortostatik taşikardi sendromu (POTS) ergenlerde sıklıkla görülen ortostatik intolerans sendromlarında biridir ve yaşam katiletesini etkiler. Multisistemik bir hastalıktır ve oluşumunda otonomik disfonksiyon, hipovolemi, hiperadrenerjik uyarı gibi bir çok mekanizma sorumlu tutulmaktadır. Mast hücresi aktivasyonu (MHA) oluşum mekanizmlarından biri olarak suçlanmaktadır. Literatürde MHA ve POTS ilişkisi üzerine erişkin dönemde yapılmış az sayıda çalışma bulunmaktadır. Çocuk ve adolesanlarda ise bu konu ile ilgili veriler sınırlıdır. Bu bilgiler ışığında kliniğimizde POTS tanısı alan hastalarda semptomatoloji yanında MHA için spesifik belirteç olan serum triptaz düzeyleri ölçülerek POTS-mast hücre aktivasyonu ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Bu prospektif çalışmaya Kasım 2018 - Ağustos 2019 tarihleri arasında kliniğimizde senkop-presenkop nedeniyle başvuran ve eğik masa testi yapılan hastalar dahil edilmiştir. Yapısal kalp hastalığı ya da kronik hastalığa sahip olan hastalar çalışma kapsamına alınmamıştır. Eğik masa testi öncesinde tüm hastalardan serum triptaz düzeyi gönderilmiş ve ayrıca POTS tanısı alan hastalardan test sonrası da serum triptaz düzeyleri çalışılmıştır. POTS tanısı alan hastalar grup 1, diğer hastalar ise grup 2 olarak sınıflandırılmıştır.
Sonuçlar: Çalışmaya dahil edilen 58 hastadan (ortalama: 14.4±2.0 yıl; 38 kız, 20 erkek) 28’i POTS tanısı aldı. Geriye kalan 30 hasta vazovagal senkop tanısı aldı ve grup 2’ye dahil edildi. POTS tanısı alan hastaların test sırasında kalp hızı artışı ortalama 38±6 atım/dk, artış oranı ise %47,05±15,65 olarak bulundu. Bazal serum triptaz düzeyleri açısından POTS grubu ve kontrol grubu arasında farklı bulunmadı (sırasıyla; 3,2±1,3 ng/ml ve 3,84±1,78 ng/ml; p=0,129). Ancak serum triptaz düzeyleri MHA bulguları olan hastalarda daha yüksekti.
Tartışma: Postüral ortostatik taşikardi sendromuna yol açacak mekanizmalardan biri de MHA’dır. POTS hastalarında mast hücre aktivasyonuna ait semptomlar rutin sorgulanmalıdır. (NCI-2023-6-8)
OBJECTIVE: Postural orthostatic tachycardia syndrome (POTS) is one of the orthostatic intolerance syndromes that are common in young adolescents and impair quality of life. POTS is a multi-systemic disease. Many mechanisms have been defined in POTS etiology, such as autonomic denervation, hypovolemia, hyperadrenergic stimulation, low condition, and hypervigilance. Recently, mast cell activation (MCA) has also been on the agenda in etiology. There are few studies in the literature on the relationship between MCA and POTS in adulthood. However, data on children and adolescents is limited. In light of this information, we aimed to evaluate the relationship between POTS and MCA by measuring serum tryptase levels, a specific marker for MCA.
METHODS: This prospective study included patients who were admitted to Kocaeli University Faculty of Medicine Hospital Pediatric Cardiology outpatient clinic for syncope-presyncope between November 2018 and August 2019. Patients who underwent the TILT-table test were enrolled in the study. Patients with structural heart disease or chronic heart disease were not included in this study. Serum tryptase levels were obtained from all patients before the TILT-table test, and serum tryptase levels were re-studied after the test was terminated in patients with positive TILT-table tests for POTS. Patients diagnosed with POTS were classified as Group 1, and other patients were classified as Group 2.
RESULTS: Twenty-eight of the 58 patients included in the study (mean: 14.4±2.0 years; 38 girls, 20 boys) were diagnosed with POTS. The remaining 30 patients were diagnosed with vasovagal syncope and included in Group 2. The increase in mean heart rate during the test was 38±6 beats/min and 47.05%±15.65% in patients with POTS. Basal serum tryptase levels were not different between groups (3.2±1.3 ng/ml and 3.84±1.78 ng/ml, respectively; p=0.129), while serum tryptase levels (both baseline and after 45–60 min of the TILT-table test) were higher in patients presenting with symptoms related to MCA compared to others.
CONCLUSION: In the literature, MCA was considered to be one of the mechanisms leading to POTS. Although other mechanisms, such as neuropathic and hypovolemic POTS, may be active in the patients, the symptoms of MCA in these patients should be routinely questioned.

9.Effect of bone grafting on bone union in exchange nailing for the treatment of femoral shaft nonunions
Cumhur Deniz Davulcu, Sertac Saruhan, Emre Bilgin, Eyup Cagatay Zengin
PMID: 39165704  PMCID: PMC11331199  doi: 10.14744/nci.2023.43410  Pages 322 - 327
Amaç: Bu çalışmanın amacı, femur cisim kırıklarında kaynamamaların tedavisi için çivi değişimlerinde (ÇD) kemik greftlemenin kemik kaynaması üzerindeki etkisini araştırmaktır.
Yöntem: Bu çalışmaya toplam 26 hasta (16 erkek) dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 36,1±9,3 idi. 8 hastada (kemik greft grubu) kemik greftleri kullanıldı ve 18 hastada kemik greftsiz (kemik greftsiz grup) ÇD uygulandı. Etiyoloji, kırık tipi, yerleşimi ve ilk yaralanma anındaki kırıkların sınıflandırılması değerlendirildi. Redüksiyon tipi (açık veya kapalı) ve çivilerin kilitlenme durumu da not edildi. Kaynamama tipleri kaydedildi. Kemik grefti grubunda yedi hastaya iliak kemik otogrefti, bir hastaya sentetik kemik grefti kullanıldı. ÇD sonrası her grup için kemik kaynamasının varlığı ve süresi ile çivi çapındaki artış analiz edildi ve karşılaştırıldı.
Bulgular: Kemik greftli ve kemik greftsiz gruplarda kaynama oranları sırasıyla %100 ve %94.4 idi. Ortalama kaynama süresi gruplar arasında anlamlı değildi (sırasıyla 22,5 ve 16,5 ay). Çivi çapındaki ortalama artış kemik grefti grubunda 1,88 mm, kemik grefti olmayan grupta 2,00 mm idi (p>0,05).
Sonuç: Bu çalışma, femur cisim kaynamamalarının tedavisinde kemik greftli veya greftsiz daha büyük çaplı çiviler kullanılarak ÇD ile yüksek kaynama oranlarına ulaşılabileceğini ve kemik greftlemenin kaynama oranları ve süreleri üzerinde anlamlı bir etkisinin olmadığını göstermiştir. (NCI-2023-7-22)
OBJECTIVE: This study aims to investigate the effect of bone grafting on the bone union in exchange nailing (EN) for the treatment of femoral shaft nonunions.
METHODS: A total of 26 patients (16 male) were included in this study. The mean age of the patients was 36.1±9.3. Bone grafts were used in 8 patients (bone graft group), and EN was performed without bone grafting (no bone graft group) in 18 patients. Etiology, fracture type, location, and classification of the fractures at the time of initial injury were evaluated. The reduction type (open or closed) and locking status of the nails were also noted. Nonunion types were recorded. In the bone grafting group, iliac bone autografts were used in seven patients and a synthetic bone graft was used in one patient. Following EN, the presence and duration of bone union, and the increase in the nails’ diameter were analyzed for each group and compared.
RESULTS: Union rates were 100% and 94.4% in bone grafting and no bone grafting groups, respectively. The mean union period was not significant between the groups (22.5 and 16.5 months, respectively). The mean increase in the nail diameter was 1.88 mm in the bone graft group and 2.00 mm in the no bone graft group (p>0.05).
CONCLUSION: This study demonstrated that high union rates can be achieved with EN by means of using larger diameter nails with or without bone grafting in the management of femoral shaft nonunions, and bone grafting had no significant effect on union rates and periods.

10.Diagnosis and treatment of solid pseudopapillary tumor of the pancreas: A single center’s experience
Ahmet Gokhan Saritas, Mehmet Onur Gul, Abdullah Ulku, Serdar Gumus, Ishak Aydin, Atilgan Tolga Akcam
PMID: 39165713  PMCID: PMC11331207  doi: 10.14744/nci.2023.36776  Pages 328 - 335
Amaç: Bu çalışma solid psödopapiller pankreas neoplazması (SPN) olan hastaların kayıtlarını gözden geçirmektedir.
Gereç ve yöntem: Çalışmaya SPT tanısı alan toplam 13 hasta dahil edildi. Patoloji örneklerinde SPT için kriter, kistik alanlarda fibrovasküler bir papilla etrafında sıralanmış, oval yuvarlak ortokromatik çekirdeğe sahip, ince kromatin yapılı ve nükleolus ayrımı olmayan hücrelerin varlığıydı.
Bulgular: Çalışmaya ortalama yaşları 33.07 (aralık: 16–73) olan 11 kadın ve iki erkek hasta dahil edildi. Ameliyat edilen tüm hastalara açık cerrahi uygulandı, beşi subtotal pankreatektomi ve splenektomi geçirdi; biri distal pankreatektomi ve splenektomi; dört dalak koruyucu distal pankreatektomi; ve biri pankreatikoduodenektomi. Uzun dönem takiplerinde opere edilen hastaların hiçbirinde nüks gelişmedi. Ameliyat edilebilir hastanın ortalama takip süresi 69,18 (dağılım: 22-97) aydı ve hiçbir hastada takipte metastaz görülmedi. Malign SPT hastalarının ortalama takip süresi 2,75 (1,5-4) aydı.
Sonuç: SPT'ler, görüntüleme yöntemlerindeki gelişmeler nedeniyle günümüzde daha sık karşılaşılan, nüks olasılığı düşük ve prognozu iyi olan, nadir görülen pankreas tümörleridir. (NCI-2023-6-4)
OBJECTIVE: The present study reviews the records of patients with solid pseudopapillary pancreas neoplasm (SPT).
METHODS: A total of 13 patients diagnosed with SPT were included in the study. The criteria for SPT in the pathology specimens were the presence of cells with an oval round orthochromatic nucleus, with a thin chromatin structure and no nucleolus distinction, lined around a fibrovascular papilla in cystic areas.
RESULTS: The study included 11 female and two male patients, with a mean age of 33.07 (range: 16–73) years. All operated patients underwent open surgery, with five undergoing a subtotal pancreatectomy and splenectomy; one a distal pancreatectomy and splenectomy; four a spleen-preserving distal pancreatectomy; and one a pancreaticoduodenectomy. None of the operated patients developed recurrence during the long-term follow-up. The mean follow-up time of operable patients was 69.18 (range: 22–97) months, and none had metastasis at follow-up. The mean follow-up time for the malignant SPT patients was 2.75 (1.5–4) months.
CONCLUSION: SPTs are rare pancreatic tumors encountered more frequently today due to advances in imaging methods and have a low potential of recurrence and a good prognosis.

11.Impact of pelvic floor muscle training on sphincter function and quality of life in patients who underwent low anterior resection: A comparative evaluation
Cem Batuhan Ofluoglu, Isa Caner Aydin, Yunus Emre Altuntas, Kenan Cetin, Rahsan Inan, Noyan Ilhan, Firat Mulkut, Hasan Fehmi Kucuk
PMID: 39165708  PMCID: PMC11331206  doi: 10.14744/nci.2024.37786  Pages 336 - 342
AMAÇ: Çalışmamız rektum kanseri nedeniyle low anterior rezeksiyon (LAR) ve saptırıcı ileostomi operasyonu geçiren hastalarda pelvik taban kas egzersizinin (PFMT) sfinkter fonksiyonu ve genel iyilik hali üzerindeki etkisini belirlemeyi amaçlamıştır. Bunun için anal elektromiyografi (aEMG), low anterior rezeksiyon sendromu (LARS) skoru ve Avrupa Kanser Araştırma ve Tedavi Organizasyonu yaşam kalitesi anketleri (EORTC-QLQ)-C30 (genel kanser için) ve CR29 (kolorektal kansere özgü) kullanılmıştır. Çalışmamızın birincil sonlanım noktası, PFMT'nin aEMG ile sfinkter fonksiyonu üzerindeki etkisinin belirlenmnesi, ikincil sonlanım noktası LARS skoru, EORTC-QLQ-C30 ve CR-29 anketleri kullanılarak yaşam kalitesi üzerindeki etkisininin değerlendirilmesidir.
MATERYAL METOD: Ocak 2017 ve Nisan 2018 tarihleri arasında üçüncü basamak bir hastanenin genel cerrahi kliniğinde gerçekleştirilen çalışmamız, low anterior rezeksiyon ve saptırıcı ileostomi operasyonu olan 18 ila 75 yaş arası 32 hastayı kapsamıştır. Hastalar, ameliyat sonrası PFMT'ye başlayan Çalışma Grubu (SG) ve ek egzersizlere tabi tutulmayan Kontrol Grubu (CG) olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Saptırıcı ileostominin kapatılmasından altı ay sonra, her iki grup aEMG, LARS skorları ve EORTC-QLQ-C30 ve CR-29 ile değerlendirilmiştir.
BULGULAR: SG'de aEMG süre değerleri anlamlı derecede düşüktür (17.6 m/sn'ye karşı 19.9 m/sn; p=0.001). Ayrıca SG, majör LARS oranlarında (12.5% karşı 62.5%; p=0.004) ve LARS skorlarında (23.1'e karşı 30.0; p=0.003) belirgin bir azalma gözlenmiştir. Gruplar arasında EORTC-QLQ C30'da anlamlı fark çıkmamışken, EORTC-QLQ-CR29’da SG'de artan cinsel ilgi ve azalan dışkı kaçırma gözlenmiştir.
SONUÇ: PFMT, LARS skorununda, yaşam kalitesinde ve aEMG parametrelerinde önemli ölçüde iyileşme sağlamaktadır. Bu durum PFMT’yi, LARS tedavisinde erişilebilir, invaziv olmayan, kolay kullanılabilir, birinci basamak tedavi seçeneği olarak konumlandırmaktadır. (NCI-2024-5-1)
OBJECTIVE: Our study aimed to determine the impact of pelvic floor muscle training (PFMT) on sphincter function and overall well-being in patients who underwent low anterior resection (LAR) and diverting ileostomy due to rectal cancer. For this purpose, anal electromyography (aEMG), low anterior resection syndrome (LARS) score, and the European Organization for Research and Treatment of Cancer quality-of-life questionnaires (EORTC-QLQ)-C30 (generic for cancer) and CR29 (specific to colorectal cancer) were used. The primary endpoint of our study is to determine the effect of PFMT on sphincter function by aEMG, the secondary endpoint is to evaluate the effect on quality-of-life using the LARS score, EORTC-QLQ-C30 and CR-29 questionnaires.
METHODS: Conducted between January 2017 and April 2018 at a tertiary hospital’s general surgery clinic, the study included 32 patients between the ages of 18 and 75 who underwent low anterior resection and diverting ileostomy surgery. The patients were divided into two: the Study Group (SG), which started PFMT after surgery, and the Control Group (CG), which was not subjected to additional exercises. Six months after closure of the diverting ileostomy, both groups were evaluated with aEMG, LARS scores, and EORTC-QLQ-C30 and CR-29.
RESULTS: aEMG duration values were significantly lower in the SG (17.6 m/sec vs. 19.9 m/sec; p=0.001). Additionally, a significant decrease in SG, major LARS rates (12.5% vs. 62.5%; p=0.004) and LARS scores (23.1 vs. 30.0; p=0.003) was observed. While there was no significant difference between the groups in EORTC-QLQ C30, increased sexual interest and decreased fecal incontinence were observed in SG in EORTC-QLQ-CR29.
CONCLUSION: PFMT significantly improves LARS scores, quality-of-life questionnaires and aEMG parameters, positioning PFMT as an accessible, non-invasive, easy-to-use first-line treatment option in the treatment of LARS.

12.Management of urological injuries following gynecologic and obstetric surgery: A retrospective multicenter study
Ahmet Keles, Ilkin Hamid-zada, Ozgur Arikan, Gurkan Dalgic, Ali Selim Durmaz, Esra Keles, Ahmet Karakeci, Fatih Bicaklioglu, Hasan Samet Gungor, Kursad Nuri Baydili, Bilal Eryildirim, Eyup Veli Kucuk, Asif Yildirim
PMID: 39165709  PMCID: PMC11331205  doi: 10.14744/nci.2024.46403  Pages 343 - 348
Amaç: Üriner sistem yaralanmaları jinekolojik ve obstetrik cerrahiler başta olmak üzere bazı cerrahi işlemler esnasında iatrojenik olarak ortaya çıkabilmektedir. Ne yazık ki, bu yaralanmalar hastalarda ciddi komplikasyonlara neden olabilir. Bu çok merkezli çalışmada jinekolojik ve obstetrik cerrahi sırasında tanımlanan üriner sistem yaralanmalarını ve bu vakaların tanı ve tedavisi konusundaki deneyimlerimizi ve sonuçlarımızı değerlendirmeyi amaçladık.
Yöntem: Dört üçüncü basamak merkezde, Ocak 2018 ve Ekim 2023 tarihleri arasında jinekolojik ve obstetrik operasyonlar nedeniyle üriner sistem yaralanması gerçekleşen ve üroloji konsültasyonu istenen hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri, cerrahi detaylar, yaralanma özellikleri, tanı ve tedavi yöntemleri ile yaralanma tanısı ve yönetimini içeren ayrıntılı veriler toplandı. Mesane ve üreter yaralanmalarının operasyonlara göre sıklığı ve tedavi yönetimleri kayıt altına alındı.
Bulgular: Toplam 328 hastada, üriner sistem yaralanması teşhis edildi. Hastaların yaş ortalaması 47 (24-90) idi. İyatrojenik mesane yaralanması (IMY) 227 hastada (%69.2) görülürken, 101 hastada (%30,8) iyatrojenik üreteral yaralanma (IUY) bulunmaktaydı. Hastaların 299’unda (%91.2) ameliyat esnasında ve 29 hastada (%8.8) ameliyat sonrasında üriner sistem yaralanması teşhis edilmiştir. IMY olan hastalarda üriner sistem yaralanmasının intraoperatif tespit oranı %71.9 iken IUY için ise %28.1 olarak bulunmuştur ve IMY olan hastalarda anlamlı olarak daha sık olduğu tespit edilmiştir (p=0.001). Sezaryen cerrahisi esnasında anlamlı olarak daha fazla IMY'ye görülürken, tümör debulking cerrahisi, diğer prosedür türlerinden daha fazla IUY'ye (n=52, %56.5) neden olmuştur (p<0.001).
Sonuç: Bu çalışmada, jinekolojik ve obstetrik cerrahiler sırasında iyatrojenik yaralanmalar nedeniyle görülen üriner sistem yaralanmalarına kapsamlı bir bakış sunulmuştur. Mesane, jinekolojik ve obstetrik cerrahiler sırasında en sık yaralanan organ olmakla birlikte, gecikmiş komplikasyonları önlemek için erken tanı ve ürolojik müdahale zorunludur. Cerrahların, cerrahi sırasında iyatrojenik yaralanmaları önlemek, üriner sistem yaralanmalarının zamanında tanı ve tedavisini sağlamak için pelvik anatomiyi ve uygun cerrahi teknikleri daha iyi anlaması gerekmektedir. (NCI-2024-2-9)
OBJECTIVE: Urinary system injuries may occur iatrogenically during some surgical procedures especially gynecological and obstetrical surgeries. Unfortunately, these injuries can lead to serious complications in patients. In this multicentric study, we aimed to review and report our experiences and results of urinary tract injuries identified during gynecological and obstetrical surgery.
METHODS: We included women with urinary tract injuries during gynecological and obstetrical surgeries between January 2018 and October 2023 at four centers. Detailed data collected include patient demographics, surgical details, injury characteristics, diagnostic and treatment methods, timing of injury diagnosis and management reports of the patients. The incidence of bladder and ureter injuries was evaluated and the rate of intraoperative urological consultations was recorded.
RESULTS: In a total of 328 patients with a median age of 47 years (24-90), urinary tract injuries were diagnosed, including 227 (69.2%) iatrogenic bladder injuries (IBI) and 101 (30.8%) iatrogenic ureteral injuries (IUI). These injuries were diagnosed in 299 patients (91.2%) during surgery and in 29 patients (8.8%) after the surgical procedure. We observed intraoperative detection rates of 71.9% for IBI and 28.1% for IUI. IBI (71.9%) was diagnosed significantly more frequently than IUI (28.1%) (p=0.001). Cesarean section resulted in significantly more frequent IBI, whereas tumor debulking surgeries resulted in more IUI (n=52, 56.5%) than the other types of procedures (p<0.001).
CONCLUSION: Our study provides a comprehensive overview of iatrogenic urological injuries during gynecological and obstetrical surgeries. Although the bladder is the most frequently injured organ during gynecological and obstetric surgeries, early diagnosis and urological intervention are mandatory to prevent delayed complications. Surgeons must have a thorough understanding of the pelvic anatomy and appropriate surgical techniques to prevent iatrogenic injuries during surgery and ensure timely diagnosis and treatment of urinary tract injuries.

13.Evaluation of the results of tongue reconstruction using local flaps following partial glossectomy
Merdan Serin, Seyda Guray, Gulsum Cebi
PMID: 39165703  PMCID: PMC11331197  doi: 10.14744/nci.2024.47529  Pages 349 - 352
Amaç: Bu çalışmada kısmi glossektomi sonrası lokal doku flepleri kullanılarak yapılan dil rekonstrüksiyonu sonuçları değerlendirildi.
Yöntem: Dil karsinomu tanısı alan 7 hasta çalışmaya dahil edildi. Dil defektleri, kalan dil dokusunun lokal transpozisyonu, ilerletilmesi ve rotasyonu ve defektin kapatılması kullanılarak onarıldı. Hastalar ameliyattan 6 ay ve 1 yıl sonra değerlendirildi.
Bulgular: Dil uzunluğunda %33 ile %50 arasında bir azalma olmasına ragmen hiçbir hastada kalıcı konuşma bozukluğu veya ciddi yutma problemi yaşanmadı.
Sonuç: Çalışmanın sonuçlarına gore parsiyel glossektomi defekterinde %50’yi geçmeyen uzunluk kayıplarında lokal flepler ile onarımının mümkün olduğu ve mikrocerrahi fleplerin hemiglossektomi ve total glossektomi hastalar için saklanması gerektiği sonucuna varıldı. (NCI-2024-5-2)
OBJECTIVE: Tongue reconstruction results following partial glossectomy using primary closure and local tissue rearrangement were evaluated in this study.
METHODS: 7 patients diagnosed with tongue carcinoma were included. Tongue defects were reconstructed using local transposition, advancement and rotation of the remaining tongue tissue and closure of the defect. The patients were evaluated 6 months and 1 year following the surgery.
RESULTS: None of the patients had permanent speech impairments or major swallowing problems following the surgery despite 33% to 50% reduction in tongue length.
CONCLUSION: Unnecessary utilization of microvascular flaps for partial tongue reconstruction should be avoided in partial glossectomy patients in which reduction in tongue length is below 50%.

14.Assessing the efficacy of the shock index in predicting mortality in patients with intracerebral hemorrhage
Aysenur Onalan, Bengu Mutlu Saricicek
PMID: 39165707  PMCID: PMC11331208  doi: 10.14744/nci.2024.67434  Pages 353 - 358
Amaç: Şok indeksinin inmeli hastalarda kötü prognozu öngörmeye yardımcı olduğu rapor edilmiştir. Ancak bu indeksin intraserebral kanamalı hastalarda mortalite ve prognozu öngörmedeki rolü yeterince araştırılmamıştır. Bu çalışmanın amacı intraserebral kanamalı hastalarda şok indeksi ile mortalite ve kötü klinik sonuçlar arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
Yöntem: Acil serviste ardışık 110 intraserebral kanama olgusu değerlendirildi. Hastaların şok indeksi değerleri, giriş kan basınçları ve kalp atım hızları kullanılarak hesaplandı. Tanımlayıcı amaçlar doğrultusunda şok indeksi değerleri üç gruba ayrıldı: <0,50, 0,50-0,70 ve >0,70. Bu üç değer ile ortalama şok indeksinin hematom hacmi, ventriküle açılan hematom, hastanede kalış süresi, ve bu süreçteki komplikasyonlar, hastane içi ve üç aylık mortalite ile ilişkileri incelendi.
Bulgular: Hastaların 58'i erkek, 33'ü kadın olup yaş ortalaması 62,66±13,64 yıl idi. Ortalama başlangıç Glasgow Koma Skalası skoru 13,78±2,37 ve ortalama başlangıç şok indeksi değeri 0,51 ± 0,13 idi. Ortalama hastanede kalış süresi 17,01±14,02 gündü. Ortalama hastane içi ölüm oranı %19, ortalama üç aylık ölüm oranı ise %23 idi. Ortalama şok indeksi değeri veya şok indeksi kategorilerine göre(<0,50, 0,50-0,70 ve >0,70) hematom hacmi, hematomun ventriküle rüptüre olması, hastanede kalış süresi, bu dönemdeki komplikasyonlar veya hastane içi ve üç aylık mortalite açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmadı.
Sonuç: İntraserebral kanamalı hastalarda acil serviste değerlendirilen şok indeksinin mortalite veya morbidite ile ilişkisi yoktur. (NCI-2024-3-8)
OBJECTIVE: It has been reported that the shock index assists in the prediction of poor prognosis in stroke patients. However, the role of this index in predicting mortality and prognosis in patients with intracerebral hemorrhage has not been sufficiently investigated. The objective is to examine the correlation between the shock index and mortality and unfavorable clinical outcomes in individuals with intracerebral hemorrhage.
METHODS: 110 consecutive cases of intracerebral hemorrhage were evaluated in the emergency department. The shock index values of the patients were calculated using their initial blood pressures and HR. For descriptive purposes, the shock index values were categorized into three groups: <0.50, 0.50–0.70, and >0.70. The relationships of these three values and the mean shock index with hematoma volume, hematoma rupturing into the ventricle, length of hospital stay, complications during this period, and in-hospital and three-month mortality were examined.
RESULTS: There were 58 male patients in this study, with a mean age of 62.66±13.64 years. The mean baseline Glasgow Coma Scale score was 13.78±2.37, and the mean baseline shock index value was 0.51±0.13. The mean time of hospitalization was estimated to be 17.01±14.02 days. The mean in-hospital mortality rate was 19%, and the mean three-month mortality rate was 23%. No statistically significant differences were found in hematoma volume, hematoma rupturing into the ventricle, length of hospital stay, complications during this period, or in-hospital and three-month mortality according to the mean shock index value or shock index categories (<0.50, 0.50–0.70, and >0.70).
CONCLUSION: The shock index evaluated in the emergency department in patients with intracerebral hemorrhage is not related to mortality or morbidity.

ORIGINAL IMAGES
15.Pachymeningitis in a pediatric case of IgG4-related disease successfully treated with mycophenolate mofetil
Betul Sozeri, Sevinc Kalin, Mustafa Cakan
PMID: 39165705  PMCID: PMC11331204  doi: 10.14744/nci.2022.15246  Pages 359 - 360
(NCI-2022-11-7/R1)

REVIEW
16.Cannabis therapy in rheumatological diseases: A systematic review
Jozélio Freire de Carvalho, Maria Fernanda Leal Dos Santos Ribeiro, Thelma Skare
PMID: 39165706  PMCID: PMC11331211  doi: 10.14744/nci.2023.43669  Pages 361 - 366
Cannabis has been used in rheumatic diseases as therapy for chronic pain or inflammatory conditions. Herein, the authors systematically review the rheumatological diseases in which cannabis has been studied: systemic sclerosis, fibromyalgia, osteoarthritis, rheumatoid arthritis, osteoporosis, polymyalgia rheumatica, gout, dermatomyositis, and psoriatic arthritis. We systematically searched PubMed for articles on cannabis and rheumatic diseases between 1966 and March 2023. Twenty-eight articles have been selected for review. Most of them (n=13) were on fibromyalgia and all of them but one showed important reduction in pain; sleep and mood also improved. On rheumatoid arthritis, two papers displayed decrease in pain and in one of them a reduction in inflammatory parameters was found. In scleroderma there was a case description with good results, one study on local use for digital ulcers also with good outcomes and a third one, that disclosed good results for skin fibrosis. In dermatomyositis a single study showed improvement of skin manifestations and in osteoarthritis (3 studies) this drug has demonstrated a good analgesic effect. Several surveys (n=5) on the general use of cannabis showed that rheumatological patients (mixed diseases) do use this drug even without medical supervision. The reported side effects were mild. In conclusion, cannabis treatment is an interesting option for the treatment of rheumatological diseases that should be further explored with more studies.

LookUs & Online Makale