ISSN: 2148-4902 | E-ISSN: 2536-4553
Northern Clinics of İstanbul - North Clin Istanb: 10 (1)
Volume: 10  Issue: 1 - 2023
1.Front Matter

Pages I - VIII

RESEARCH ARTICLE
2.Plasminogen activator inhibitor-1 levels as an indicator of severity and mortality for COVID-19
Omer Faruk Baycan, Hasan Ali Barman, Furkan Bolen, Adem Atici, Hayriye Erman, Rabia Korkmaz, Muhittin Calim, Basak Atalay, Gonul Aciksari, Mustafa Baki Cekmen, Haluk Vahaboglu, Mustafa Caliskan
PMID: 36910430  PMCID: PMC9996651  doi: 10.14744/nci.2022.09076  Pages 1 - 9
Amaç: COVID-19 (Corona Virüs Hastalığı 2019) tromboz, fibrinoliz, inflamasyon gibi süreçlerle ilerleyerek ciddi hastalık ve ölümlere neden olabilen multisistemik bir hastalıktır. Plazminojen aktivatör inhibitörü-1 (PAI-1), fibrinolizin düzenlenmesinde önemli bir role sahiptir ve trombotik olayların gelişmesine neden olabilir. Bu çalışmanın amacı, COVID-19 nedeniyle hastaneye yatırılan hastalarda PAI-1 düzeyleri ile hastalık şiddeti ve mortalite arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır.
Yöntemler: Bu tek merkezli çalışmaya RT-PCR ile COVID-19 tanısı konan ve toraks BT'si çekilmiş 71 yatan hasta ve kontrol için 20 sağlıklı birey dahil edildi. PAI-1 hastane başvurusu sırasında toplandı ve her hasta için BT şiddet skoru hesaplandı.
Bulgular: Öncelikle kişiler kontrol (n=20), sağ kalan (n=47) ve sağ kalmayan (n=24) olarak gruplandırıldı. Yaş ortalaması, sağ kalmayan grupta (75.3 ± 13.8), sağ kalan gruba (61.7 ± 16.9) ve kontrol grubuna (59.5 ± 11.2) göre daha yüksekti. PAI-1 seviyeleri, gruplar arasında karşılaştırıldığında, sağ kalmayan grupta sağ kalanlara göre, sağ kalan grupta kontrol grubuna göre daha yüksekti, (p<0.001). Lojistik regresyon analizinde yaş, PAI-1 ve hastalık ciddiyeti COVID-19 mortalitesinin bağımsız öngörücüleri olarak bulundu. PAI-1 seviyeleri >10.2 ng/ml, COVID-19 ilişkili mortaliteyi öngörmede % 83 duyarlılığa ve % 83 özgüllüğe sahipti. Daha sonra hastalar hastalığın şiddetine göre ciddi olan (n=33) ve ciddi olmayan (n=38) olarak gruplandırıldı. Ciddi hastalığı olan grupta da PAI-1 düzeyleri daha yüksekti, (p<0.001). Regresyon analizinde hs-TnI ve PAI-1'in hastalığın ciddiyetini öngördüğü bulundu. Hesaplanan bilgisayarlı tomografi ciddiyet skorunun (BT-CS), sağ kalan grupta sağ kalmayan gruba göre anlamlı olarak daha yüksek olduğu tespit edildi, (p <0.001). Ek olarak, ciddi hastalığı olmayan ve ciddi hastalığı olan gruplar karşılaştırıldığında, BT-CS, ciddi hastalığı olanlarda anlamlı derecede daha yüksekti, (p<0.001). Ayrıca, BT-CS ve PAI-1 seviyeleri arasında pozitif yönde güçlü bir korelasyon bulundu, (r: 0.838, p<0.001).
Sonuç: COVID-19 ile ilgili olarak kötü klinik sonuçların tahmin edilmesi çok önemlidir. Bu çalışma, PAI-1 düzeylerinin COVID-19'lu hastalar için hastalık ciddiyetini ve ölüm oranlarını bağımsız olarak öngördürebileceğini göstermektedir. (NCI-2022-9-11/R1)
OBJECTIVE: Coronavirus disease-19 (COVID-19) is a multisystemic disease that can cause severe illness and mortality by exacerbating symptoms such as thrombosis, fibrinolysis, and inflammation. Plasminogen activator inhibitor-1 (PAI-1) plays an important role in regulating fibrinolysis and may cause thrombotic events to develop. The goal of this study is to examine the relationship between PAI-1 levels and disease severity and mortality in relation to COVID-19.
METHODS: A total of 71 hospitalized patients were diagnosed with COVID-19 using real time-polymerase chain reaction tests. Each patient underwent chest computerized tomography (CT). Data from an additional 20 volunteers without COVID-19 were included in this single-center study. Each patient’s PAI-1 data were collected at admission, and the CT severity score (CT-SS) was then calculated for each patient.
RESULTS: The patients were categorized into the control group (n=20), the survivor group (n=47), and the non-survivor group (n=24). In the non-survivor group, the mean age was 75.3±13.8, which is higher than in the survivor group (61.7±16.9) and in the control group (59.5±11.2), (p=0.001). When the PAI-1 levels were compared between each group, the non-survivor group showed the highest levels, followed by the survivor group and then the control group (p<0.001). Logistic regression analysis revealed that age, PAI-1, and disease severity independently predicted COVID-19 mortality rates. In this study, it was observed that PAI-1 levels with >10.2 ng/mL had 83% sensitivity and an 83% specificity rate when used to predict mortality after COVID-19. Then, patients were divided into severe (n=33) and non-severe (n=38) groups according to
disease severity levels. The PAI-1 levels found were higher in the severe group (p<0.001) than in the non-severe group. In the regression analysis that followed, high sensitive troponin I and PAI-1 were found to indicate disease severity levels. The CT-SS was estimated as significantly higher in the non-survivor group compared to the survivor group (p<0.001). When comparing CT-SS between the severe group and the non-severe group, this was significantly higher in the severe group (p<0.001). In addition, a strong statistically significant positive correlation was found between CT-SS and PAI-1 levels (r: 0.838, p<0.001).
CONCLUSION: Anticipating poor clinical outcomes in relation to COVID-19 is crucial. This study showed that PAI-1 levels could independently predict disease severity and mortality rates for patients with COVID-19.

3.The results of following type 2 diabetes patients with mobile health services during the COVID-19 pandemic
Kubra Gizem Nacak, Sema Ucak Basat, Mehmet Tayfur, Betul Ayaz, Ozge Siyer, Esra Bora, Zeynep Pelin Polat
PMID: 36910440  PMCID: PMC9996655  doi: 10.14744/nci.2022.73454  Pages 10 - 16
Amaç: Bu çalışmanın amacı mSağlık (Mobil Sağlık) teknolojileri ile uzaktan izlenen Tip 2 Diyabet (T2DM) hastalarının pandemi sürecinde tedaviye uyum ve metabolik hedefleri yakalama düzeylerini belirlemektir.
Yöntem: Çalışmaya toplamda 86 hasta dahil edildi. Türkiye’deki ilk Covid-19 vakasının tespit edildiği 11.03.2020 tarihinden bir ay öncesi başlangıç alınarak 10.02.2020-31.03.2020 tarihleri arası ile pandeminin en şiddetli olduğu 01.04.2020- 31.05.2020 tarihleri arası olarak iki ayrı zaman dilimindeki hastaların verileri kullanıldı. Bu hastaların ortalama kan glukozu, adım sayısı, kan basınçları, vücut ağırlıkları ve diyete uyum düzeyleri değerlendirildi.
Bulgular: Katılımcıların mSağlık sistemi ile uzaktan takip edilme sonuçları değerlendirildi. Pandemi öncesi ve pandeminin belirlenen üç ayı ayrı ayrı kıyaslandığında kan şekeri, kan basıncı ve ağırlık takiplerinde istatistiksel olarak anlamlı fark gözlemlenmedi. Ancak, adım sayısı pandemi öncesi döneme göre pandemik aylarda anlamlı derecede azalmış tespit edildi (p<0.05). Katılımcıların %88’inin hastane başvurusu yapmadan sağlık hizmetlerine ulaşabildiği tespit edildi.
Sonuç: Bu çalışmada mSağlık hizmetleri ile izlenen T2DM hastalarında pandemi süresi boyunca gerekli metabolik kontrollerinin ve tedavi uyumunun uzaktan sağlanabileceği gösterilmiştir. (NCI-2022-4-6)
OBJECTIVE: The aim of this study is to determine the level of compliance with treatment and achieving metabolic goals in type 2 diabetes mellitus (T2DM) patients who are remotely monitored with mobile health (mHealth) technologies during the pandemic.
METHODS: A total number of 86 patients were included in the study. Data from two periods were used: from 1 month before the date when the first COVID-19 case in Turkiye was reported on March 11, 2020 (Febraury 10, 2020–March 31, 2020) and from the pandemic was severe between April 01, 2020 and May 31, 2020. Participants’ mean blood glucose, step count, blood pressure, body weight, and diet compliance levels were evaluated.
RESULTS: When the blood sugar, blood pressure, and weight averages of the patients were compared between the prepandemic period and the pandemic months separately, no significant difference was observed. However, it was observed that the number of steps decreased significantly compared to the period before the pandemic (p<0.05). It was determined that 88% of the participants were able to access health services without applying to the hospital.
CONCLUSION: In this study, we showed that patients with T2DM who were followed up with mHealth technologies provided the necessary metabolic control and compliance with the treatment during the pandemic.

4.Serum fibrinopeptide A is increased in patients with acute coronary syndrome
Ahmet Seyda Yilmaz, Abdulkadir Uslu, Faruk Kara, Fatih Kahraman, Omer Faruk Cirakoglu
PMID: 36910435  PMCID: PMC9996658  doi: 10.14744/nci.2021.12499  Pages 17 - 23
Giriş: Akut koroner sendrom (AKS) tüm dünyada en önde gelen mortalite sebeplerindendir. AKS temelinde aterosklerotik süreç vardır ve koagülatif süreç aterosklerotik plağın yırtılması sonucu aktive olur. Fibrinopeptit A (FPA) trombüs oluşumunda aktif rol alır ve koagülatif sürecin tetikleyicisidir. Biz bu çalışmamızda AKS hastalarında serum FPA seviyesini araştırmayı amaçladık.
Yöntem: Çalışmamıza AKS ve kontrol grubu olarak tıkayıcı koroner arter hastalığı olmayan kronik koroner sendrom (KKS) tanıları konan hastalar dahil edildi. Kan numuneleri ve demografik özellikleri hastaneye başvuru esnasında elde edildi. Elde edilen veriler AKS ve kontrol grupları arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmamız AKS tanısı alan 107 hasta ve kontrol grubu olarak 69 katılımcıdan oluştu. AKS grubu daha yaşlıydı (p<0.001), erkek cinsiyet hakimiyeti vardı (p<0.001), daha fazla hipertansiyon oranına sahipti (p<0.001) ve sigara içme oranı daha fazlaydı (p<0.001). Serum FPA seviyesi ST eleve myokard infarktüsü (STEMI) grubunda daha fazla idi (p<0.001). FPA>3.38 ng/mL değeri 89.7% sensitivite ve 78% spesifite ile AKS yi tahmin etti (AUC: 0.825, 95% CI 0.745-0.905; P <0.001).
Sonuç: Serum FPA seviyesi AKS ayırıcı tanısında kullanılabilir. Ayrıca FPA seviyesi yüksek olan hastalarda daha agresif antitrombotik tedavi planlanabilir. (NCI-2021-4-23/R1)
OBJECTIVE: Acute coronary syndrome (ACS) is one of the leading causes of mortality, globally. Atherosclerosis is an underlying factor in ACS process and coagulative cascade is activated secondary to atherosclerotic plaque rupture. Fibrinopeptide A (FPA) takes an active role in thrombus formation and is an indicator of coagulative process. We aimed to evaluate serum FPA level in patients with ACS.
METHODS: Patients diagnosed with ACS and chronic coronary syndrome (CCS), with non-obstructive coronary artery disease as a control group, were included in the study. Blood samples and demographic data of all patients were obtained at admission. Obtained data were compared between ACS and control groups.
RESULTS: The study consisted of 107 patients with ACS and 69 patients with CCS. ACS group was older (p<0.001) with male preponderance (p<0.001), more likely to had hypertension (p<0.001), and had a higher smoking rate (p<0.001). Serum FPA level was highest in the ST elevated myocardial infarction group (p<0.001). FPA>3.38 ng/mL predicted ACS with 89.7% sensitivity and 78% specificity (AUC: 0.825, 95% CI 0.745–0.905; p<0.001).
CONCLUSION: Serum FPA may be used for the differential diagnosis of ACS. In addition, patients with increased FPA may be considered to be given more aggressive antithrombotic medication.

5.Does systemic immune inflammation index have predictive value in gastric cancer prognosis?
Hakan Uzunoglu, Selcuk Kaya
PMID: 36910431  PMCID: PMC9996656  doi: 10.14744/nci.2021.71324  Pages 24 - 32
Amaç: Bazı çalışmalarda sistemik immün inflamasyon indeksi (SII) ve nötrofil/lenfosit oranının (NLR) mide kanseri olgularında prognoz hakkında prediktif veri sağladığı rapor edilmiştir. Bu çalışmada mide kanserinde SII ve NLR’nin tanısal ve prognostik değerlerinin irdelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya Ocak 2012 ile Nisan 2018 arasında hastanemiz Genel Cerrahi bölümünde mide kanseri tanısıyla opere edilerek izlemi yapılan 152 hasta ve 152 sağlıklı kontrol dahil edildi.
Bulgular: Mide kanseri hastalarında ortalama SII (989±685) ve ortalama NLR (3,9±5,2) sağlıklı kontrol grubuna (sırasıyla 433±203 ve 1,9±0,8) göre anlamlı yüksek bulundu (her ikisi için p<0,001). ROC analizlerinde SII için 892 olan eşik değerin 5 yıllık sağkalımı öngörme duyarlılığının %66,7; özgüllüğünün %62,7 olduğu (AUC: 0,637; p=0,076; LB: 0,475; UB: 0,799; CI 95%),
SII 892’nin üstünde olanlarda 5 yıllık sağkalım oranı SII 892 ve altında olanlara göre anlamlı yüksek bulundu (p=0,026). SII 892 üzerinde olanlarda 5 yıllık mortalite riski 0,67 kat daha düşüktü (p=0,111; 95%CI 0,4-1,1).
Sonuç: Çalışmamız SII ve NLR’nin mide kanseri prognozunda güvenilir veri sağlamaktan uzak olduğunu göstermektedir. (NCI-2021-4-33/R1)
OBJECTIVE: Some studies have reported that the systemic immune inflammatory index (SII) and neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) provide predictive data on prognosis in gastric cancer patients. In the present study, it was aimed to examine the diagnostic and prognostic values of SII and NLR in gastric cancer.
METHODS: A total of 152 patients, operated with the diagnosis of gastric cancer and followed up in the General Surgery Department of our hospital between January 2012 and April 2018, and 152 healthy controls were included in the study.
RESULTS: The mean SII (989±685) and the mean NLR (3.9±5.2) were significantly higher in gastric cancer patients than the healthy control group (433±203 and 1.9±0.8, respectively) (p<0.001 for both). In the receiver operating characteristic analyzes, a threshold value of 892 for SII had a sensitivity of 66.7% and a specificity of 62.7% in terms of predicting 5-year survival (AUC: 0.637; p=0.076; LB: 0.475; UB: 0.799; CI 95%). The 5-year survival rate was found to be significantly higher in those with a SII of above 892 than those with a SII of 892 and below (p=0.026). The 5-year mortality risk was 0.67-fold lower in those with SII above 892 (p=0.111; 95% CI 0.4–1.1).
CONCLUSION: The present study findings show that SII and NLR are far from providing reliable data on gastric cancer prognosis.

6.Method of prevention of post-operative peritoneal adhesions
Chersi Gudiev, Sergey Minaev, Viktor Vasiliev
PMID: 36910438  PMCID: PMC9996661  doi: 10.14744/nci.2022.21347  Pages 33 - 39
OBJECTIVE: The purpose of the research was to assess the performance of the method of prevention of post-operative peritoneal adhesions (PAs) (author’s method) in patients of different age groups.
METHODS: Two hundred eighty-five patients were in total enrolled in the study. The patients of two age groups were divided into two groups: Group 1 (treatment group), where the author’s method was used on 143 patients, and Group 2 (control group) 142 patients, where was used the standard approach of prevention of intra-abdominal adhesions. All patients were operated in an urgent order on adhesive intestinal obstruction (AIO). The patients previously had surgery on AIO one to 3 times. Within each group, sick children and adults were identified. The gender distribution was comparable in both groups.
RESULTS: The recurrence of AIO was significantly less in Group 1 than in Group 2 (1.4% and 6.3%, respectively, p<0.05). A separate study of the results of treatment in the age aspect in groups showed some features. Among children the AIO relapse rate in study Groups 1 and 2: Early AIO-in 1 (0.86%) and 2 (1.8%) patients, respectively; late AIO-in 1 (0.86%) and 4 (3.5%), patients, respectively. Among adults who didn’t have relapse AIO during the follow-up period in Group 1. The AIO relapse rate in Group 2: Early AIO – in 1 (3.5%) and late AIO-2 (6.9%) patients, respectively.
CONCLUSION: The proposed author’s method for preventing AIO recurrence has shown its effectiveness among patients with adhesive AIO. Besides, using this method in children to reduce the AIO relapse rate by more than thrice; in adult patients, to prevent the development of clinically significant signs of PA and normalize the patient’s quality of life. (NCI-2022-4-10)

7.Value of hematological indices NLR, PLR, and MPV to determine the clinical outcome of placental abruption in women regarding stillbirth
Filiz Yarsilikal Guleroglu, Murat Ekmez, Busra Seker Atas, Ali Cetin
PMID: 36910446  PMCID: PMC9996653  doi: 10.14744/nci.2022.94752  Pages 40 - 47
Hedef. Bu çalışma, hematolojik indekslerin, nötrofil-lenfosit oranının (NLR), trombosit-lenfosit oranının (PLR) ve ortalama trombosit hacminin (MPV) prediktif değerini aydınlatmak ve kadınlarda ölü doğumla ilgili plasenta dekolmanın klinik sonucunu belirlemek için yapılmıştır.
Yöntem. Bu retrospektif çalışma ölü doğum yapan ve yapmayan, plasenta dekolmanı olan 89 gebe kadın dahil edilerek, anne, fetüs ve yenidoğan bakımı için deneyimli bir üçüncül merkezde gerçekleştirildi. Hem başvuruda hem de postoperatif dördüncü saatte rutin olarak elde edilen parametreler olan NLR, PLR ve MPV'den oluşan hematolojik indeksleri içeren hemogram test sonuçları ve diğer klinik parametrelerin ilişkileri incelendi.
Bulgular. Bulgular, ölü doğum olan veya olmayan, plasenta dekolmanı olan kadınların bazı klinik özelliklerinde kayda değer değişiklikler olmasına rağmen, genel olarak, çalışma gruplarının bu değişkenler açısından karşılaştırılabilir bulunduğunu gösterdi. Ölü doğumu olan kadınlarda NLR, PLR ve MPV değerleri, hemogram testleri preoperatif ve postoperatif laboratuvar incelemeleri olarak kullanıldığında dikkate değer değişiklikler gösterdi, ancak bu değişiklikler birbirleriyle anlamlı bir şekilde ilişkili değildi.
Sonuç. Ölü doğum, hızlı tanı ve cerrahi tedavisinden sonra düzenli takip gerektiren plasenta dekolmanın en önemli komplikasyonlarından biridir. Ölü doğum olan kadınlarda plasenta dekolmanının acil yönetimini düzenlemek için, hastaların ilk başvurusunda ve takibi sırasında hesaplanan NLR, PLR ve MPV indeksleri, diğer hematolojik parametreler gibi kolayca elde edilebilen laboratuvar bulguları olarak klinik değere sahiptir. (NCI-2022-5-1/R1)
OBJECTIVE: This study was conducted to elucidate the predictive value of hematological indices, the neutrophil to lymphocyte ratio (NLR), platelet to lymphocyte ratio (PLR), and mean platelet volume (MPV), to determine the clinical outcome of placental abruption in women regarding stillbirth.
METHODS: This retrospective review of medical charts was performed in a tertiary center experienced for maternal, fetal, and neonatal care, including 89 pregnant women with placental abruption with or without stillbirth. The results of the hemogram tests with hematological indices, including the NLR, PLR, and MPV, which are the routinely obtained parameters both at admission and 4 h postoperatively, were correlated with other clinical parameters.
RESULTS: The findings showed that although there were remarkable changes in some of the clinical features of women with placental abruption with or without stillbirth, in general, the study groups were found comparable regarding these variables. The values of NLR, PLR, and MPV in women with stillbirth presented remarkable changes when hemogram tests were used as pre-operative and post-operative laboratory examinations, although these changes did not correlate with each other meaningfully.
CONCLUSION: Stillbirth is one of the most important complications of placental abruption requiring rapid diagnosis and regular follow-up after its surgical management. To fine-tune emergent management of placental abruption in women with stillbirth, the indices of NLR, PLR, and MPV calculated at the first admission as well as during follow-up of the patients have clinical value as easily obtainable laboratory findings like other hematological parameters.

8.The effect of subclinical hypothyroidism on ovarian volume in prepubertal girls
Ozgul Yigit, Tuba Karakus Sert, Deniz Ekinci, Aysegul Kirankaya, Suna Kilinc
PMID: 36910433  PMCID: PMC9996664  doi: 10.14744/nci.2021.78300  Pages 48 - 52
Giriş: Tedavi edilmemiş aşikar hipotiroidi’nin puberte üzerindeki etkisi bilinmektedir. Ancak subklinik hipotiroidi (SH)’nin over boyutu üzerindeki etkisi ile ilgili veriler kısıtlıdır. Bu nedenle bu çalışmada, SH’li prepubertal kız çocuklarında serum TSH düzeyi ile over boyutu arasındaki ilişki araştırılmak istendi. Yöntem: Çalışmaya 6-10 yaş aralığında, henüz pubertesi başlamamış (prepubertal) SH tanısı ile takipli 35 olgu ve tiroid fonksiyon testleri normal 50 olgu alındı. Bulgular: SH’li grubun yaş ortalaması 7,6±1,0 idi, kontrol grubunun yaş ortalaması 7,7±1,2 idi ( p=0,926). İki grubun antropometrik (boy-SDS, kilo-SDS, vücut kitle indeksi (VKİ), VKİ-SDS) bulguları benzerdi (p>0,05). SH grubunun TSH ve LH düzeyi kontrol grubundan anlamlı derecede yüksek iken (p<0,05), sT4, FSH ve E2 düzeyleri açısından iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). Uterus ve over boyutları açısından gruplar karşılaştırıldığında, uterus boyutu iki grup arasında benzer iken, sağ ve sol over boyutu SH’li grupta istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek saptandı (p<0,05). Sonuç: Bu çalışmada, SH’li hastaların over boyutları normal tiroid fonksiyonu olan kontrollerle karşılaştırıldığında anlamlı derecede daha büyük bulundu. Bu durum tedavi edilmemiş aşikar hipotiroidi’de vaka düzeyinde tanımlanmış olmasına rağmen SH’li hastalarda ilk kez gösterilmiştir. Bu çalışma ile SH’li hastaların puberte takibinin düzenli aralıklarla yapılmasının önemi ortaya çıkmıştır. (NCI-2021-4-26/R1)
OBJECTIVE: Enlargement and cystic changes in ovaries of patients with long-standing overt hypothyroidism have been described in numerous case reports. However, there are limited data about the effect of subclinical hypothyroidism (SH) on ovarian volume. The aim of the study is to evaluate the relationship between serum thyroid stimulating hormone (TSH) level and ovarian volume in prepubertal girls with SH.
METHODS: Patients who were aged between 6 and 10 years and diagnosed with SH and age-matched healthy euthyroid controls were enrolled in the study. All subjects were prepubertal.
RESULTS: Thirty-five children with SH (mean age; 7.6±1.0 years) and 50 euthyroid healthy girls (mean age; 7.7±1.2 years) were enrolled in the study. TSH and LH levels and both ovarian volumes were significantly higher in SH group than controls (p<0.05). In addition, TSH was positively correlated with ovarian volumes and LH in patients with SH (p<0.05).
CONCLUSION: The results of this study showed that ovarian volumes of prepubertal girls with SH were significantly greater than those with normal thyroid function. Although ovarian enlargement and cyst formation is well recognized in long-standing overt hypothyroidism, it has been shown for the 1st time in patients with SH.

9.Thiol disulfide homeostasis in ionizing radiation and chemotherapeutic drug exposure
Nilgun Eroglu, Gurses Sahin, Sule Yesil, Ali Fettah, Yasemin Tasci Yildiz, Ozcan Erel
PMID: 36910441  PMCID: PMC9996647  doi: 10.14744/nci.2021.59913  Pages 53 - 58
GİRİŞ: Bu çalışma, kemoterapötik ilaç maruziyeti olan hemşirelerde ve iyonizan radyasyona maruz kalan radyoloji ünitesi çalışanlarında oksidan ve antioksidan durumlarını ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır.
YÖNTEM: Çalışmaya 19 radyoloji birimi çalışanı, 14 hemşire ve 15 kontrol dahil edildi. Antioksidan, vitamin takviyesi, sigara içen, herhangi bir tedavi edici ilaç kullanan ve 12 ay içinde terapötik veya tanısal röntgen veya kemoterapötik ilaç kullanan tüm katılımcılar çalışma dışı bırakıldı. Toplam ve doğal tiyoller, disülfit / doğal tiyol yüzde oranları (SS / SH), disülfit / toplam tiyol yüzde oranları, disülfit miktarları ve doğal tiyol / toplam tiyol yüzde oranları, iskemi modifiye albumin (İMA) belirlendi.
BULGULAR: Hem radyoloji birimi çalışanlarının hem de hemşirelerin serum örneklerinde disülfid düzeyleri, disülfid / toplam tiyol oranı ve disülfid / doğal tiyol oranı kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek ve doğal tiyol / toplam tiyol oranı düşüktü. Radyoloji birimi çalışanlarında radyasyon dozu ortalama ± SS: 0,02 ± 0,009, medyan (min-maks): 0,02 (0,001-0,04) idi. Tiyol-disülfid homeostazı bozulmuş ve denge, düşük doz iyonlaştırıcı radyasyona maruz kalma ve normal aralıkta bile oksidan hasarı yönünde kaymıştır.
SONUÇ: Bildiğimiz kadarıyla, mevcut bulgular ilk olarak mesleki olarak antineoplastik ilaçlara ve radyasyona maruz kalan deneklerde yıllık radyasyon maruziyet doz ölçümleri normal olsa bile belirgin kronik oksidatif stres olduğunu göstermektedir. (NCI-2021-3-50/R1)
OBJECTIVE: This study aims to reveal the oxidant and antioxidant status in nurses with chemotheropathic drug exposure and radiology unit workers exposed to ionizing radiation (IR).
METHODS: Nineteen radiology unit workers, 14 nurses, and 15 controls were included the study. All of the participants using antioxidants, vitamin supplements, smokers, any therapeutic drugs, and exposed therapeutic or diagnostic X-ray or chemotherapeutic drugs in 12 months were excluded from the study. Total and native thiols, disulfide/native thiol percent ratios (SS/SH), disulfide/total thiol percent ratios, disulfide amounts, and native thiol/total thiol percent ratios, ischemia-modified albumin (IMA) were determined.
RESULTS: Disulfide levels, disulfide/total thiol ratio, and disulfide/native thiol ratio of serum samples of both radiology unit workers and nurses were significantly higher and ratio of native thiol/total thiol was lower than the control group. The radiation dose in radiology unit workers was mean±SD: 0.02±0.009, median (min–max): 0.02 (0.001–0.04). Thiol-disulfide homeostasis was disturbed and the balance shifted in the direction of oxidant damage, even at low-dose IR exposure and normal range.
CONCLUSION: As far as we know, the current findings first demonstrate an apparent chronic oxidative stress in the subjects who were occupationally exposed to antineoplastic drugs and radiation even if annual radiation exposure dose measurements are normal.

10.Should children with psoriasis be consulted to a rheumatologist? Result from pediatric rheumatology-dermatology collaboration
Serife Gul Karadag, Figen Cakmak, Zeynep Topkarci, Hafize Emine Sonmez, Ayse Tanatar, Muge Kepekci Erdugan, Esin Aldemir, Neval Topal, Mustafa Cakan, Nuray Aktay Ayaz
PMID: 36910443  PMCID: PMC9996663  doi: 10.14744/nci.2021.77785  Pages 59 - 66
Amaç: Pediatrik psoriasis (Pso) ile ilişkili kas-iskelet sistemi bulgularını belirlemek ve Pso'lu çocuklarda ve sağlıklı kontrollerde Aşil tendon kalınlığını değerlendirmek.
Yöntemler: Dermatoloji polikliniğinde takip edilen Pso hastaları ve çocuk polikliniğine başvuran sağlıklı çocuklar önceden hazırlanmış standart formlar kullanılarak kas-iskelet sistemi bulguları açısından çocuk romatoloji polikliniğinde değerlendirildi. Hem hastalara hem de kontrol grubuna Aşil tendon kalınlığı için ultrasonografik değerlendirme yapıldı
Bulgular: Çalışmaya toplam 55 pediatrik Pso ve 46 sağlıklı çocuk dahil edildi. Pso hastalarının %56,4'ünde artralji, % 25,5'inde bel ağrısı, % 18, 2'sinde topuk ağrısı, % 12,7'sinde kalça ağrısı ve % 10,9'unda sabah tutukluğu vardı. Hastaların %7,3'ünde artrit,% 12,7'sinde sakroiliak hassasiyet ve % 9,1'inde entezit saptandı. Artralji, bel ağrısı ve topuk ağrısı Pso grubunda sağlıklı çocuklara göre anlamlı derecede sık gözlenirken Pso hastalarının medyan sol ve sağ Aşil tendon kalınlıkları sağlıklı kontrollere göre anlamlı derecede daha fazlaydı. Pso hastalarında psoriatik artrit (PsA) prevalansı % 7,3 olarak saptandı.
Sonuç: Pso'lu bir çocuğun kas-iskelet sistemi şikayetleri için düzenli olarak değerlendirilmesi, PsA'nın erken tanınması için kritiktir. Ultrasonografi, entezopatinin erken tespiti için Pso hastalarını taramak için yararlı bir tekniktir. (NCI-2021-2-37/R1)
OBJECTIVE: The objectives of this study were to determine the musculoskeletal (MSK) conditions associated with pediatric psoriasis (Pso) and to evaluate the thickness of Achilles tendon of children with Pso and healthy controls (HCs).
METHODS: Pso patients who were followed-up in dermatology outpatient clinic were referred to a pediatric rheumatology center. All patients and healthy peers were evaluated with standardized forms. Both patients and controls underwent ultrasonographic evaluation for Achilles tendon thickness.
RESULTS: A total of 55 pediatric Pso and 46 healthy children were included in the study. Of patients with Pso 56.4% had arthralgia, 25.5% had lower back pain, 18.2% had heel pain, 12.7% had hip pain, and 10.9% described morning stiffness. Arthritis was detected in 7.3%, sacroiliac tenderness in 12.7%, and enthesitis in 9.1% of the patients. Arthralgia, lower back pain, and heel pain were significantly frequent in Pso group than healthy children median left and right Achilles tendon thicknesses of Pso patients who were significantly greater than that of HCs prevalence of psoriatic arthritis (PsA) among Pso patients was 7.3%.
CONCLUSION: Evaluation of a child with Pso regularly for the MSK complaints is critical for the early recognition of PsA. Ultrasonography is a useful technique for screening Pso patients for early detection of enthesopaty.

11.Relationship of HLA-B alleles on susceptibility to and protection from HIV infection in Turkish population
Sule Darbas, Dilara Inan, Yahya Kilinc, Habibe Sema Arslan, Fahri Ucar, Ozaydın Boylubay, Sadi Koksoy, Esvet Mutlu, Burcu Yucel, Nurten Sayın Ekinci
PMID: 36910436  PMCID: PMC9996654  doi: 10.14744/nci.2021.00018  Pages 67 - 73
Amaç: HLA-B aleli, edinilmiş bağışıklık eksikliği sendromu (AIDS) ve HIV progresyonu riskinin artmasıyla ilişkilidir; ancak, dağılımları farklı ırk/etnik gruplar arasında farklılık gösterir. AIDS tedavisinde kullanılan abakavir, HLA-B*57: 01'li hastalarda aşırı duyarlılık reaksiyonları riskini önemli ölçüde artırır. Bu çalışmanın amacı, Türkiye'de HIV'li hastalarda Abacavir sensitivitesiyle ilişkili olan HLA-B*57: 01'in yanı sıra diğer HLA-B alt gruplarının (yüksek ve düşük çözünürlüklü) dağılımını belirlemektir.
Yöntem: Çalışmamıza 416 (K/E: 111/305) HIV pozitif hasta ve 416 (K/E: 111/305) sağlıklı control dahil edildi. HLA-B alelleri, Luminex tabanlı düşük çözünürlüklü yöntem kullanılarak tanımlandı ve ayrıca yüksek çözünürlüklü tipleme (SBT) ile alt gruplara ayrıldı.
Bulgular: HIV-1 enfeksiyonu olan hastalarda HLA-B*15, *35 ve *51 alel frekansları kontrollere göre daha yüksek, HLA-B*07, *14 ve *55 alel frekansları ise daha düşüktü. HLA-B*15: 01, *35: 01, *35: 08 ve *51: 01 allel sıklıklarının HIV-1 enfeksiyonu olan hastalarda daha yüksekken, HLAB*07: 02, *14: 01, *44: 01 and *55: 01 ise kontrollerde yüksek bulunmuştur. Abacavir aşırı duyarlılığında önemli olan HLA-B*57: 01 allel pozitifliği hastalarda kontrollere göre daha düşüktü ve bu fark istatistiksel olarak anlamlı değildi.
Sonuç: HLA-B*07, *14, *55 allelleri ve HLA-B*07: 02, *14: 01, *44: 01 ve *55: 01 alt gruplarının koruyucu etkiye sahip olabileceğini, HLA- B*15, *35, *51 allelleri ile HLA-B*15: 01, *35: 01, *35: 08 ve *51: 01 alt gruplarının ise HIV-1 enfeksiyonuna karşı duyarlılıkta rol oynayabileceğini göstermiştir. (NCI-2021-6-12/R1)
OBJECTIVE: Many human leukocyte antigen (HLA)-B alleles are associated with an increased risk of Acquired Immune Deficiency Syndrome (AIDS) and Human Immunodeficiency Virus (HIV) progression; however, their distribution varies among different racial/ethnic groups. Abacavir used in the treatment of AIDS significantly increases the risk of hypersensitivity reactions in patients with HLA-B*57: 01. The aim of this study was to determine the distribution of HIV-associated HLA-B subgroups (high and low resolution) and HLA-B*57: 01 associated with Abacavir sensitivity in Turkey.
METHODS: This retrospective case-control study consisted of 416 (F/M: 111/305) HIV positive patients and 416 (F/M: 111/305) healthy controls. HLA-B alleles were identified using Luminex based low-resolution method and further subgrouped by sequence-based high-resolution typing.
RESULTS: Our data showed that in patients with HIV-1 infection, HLA-B*15, *35, and *51 allele frequencies were higher, while the HLA-B*07, *14 and *55 allele frequencies were lower as compared to the controls. It was determined that HLA-B*15: 01, *35: 01, *35: 08, and *51: 01 alleles frequencies were higher in the patients with HIV-1 infection compared to the controls as HLA-B*07: 02, *14: 01, *44: 01, and *55: 01 allele frequencies were detected low. HLA-B*57: 01 allele positivity, which is important in Abacavir hypersensitivity, was lower than controls, and this difference was not statistically significant.
CONCLUSION: Our results suggest that, HLA-B*07, *14, and *55 alleles and HLA-B*07: 02, *14: 01, *44: 01, and *55: 01 subgroups might have a protective effect, while HLA-B*15, *35, and *51 alleles and HLA-B*15: 01, *35: 01, *35: 08, and *51: 01 subgroups might play a role in susceptibility to HIV-1 infection.

12.Subconjunctival hemorrhage in the newborn: Experience of a tertiary care hospital
Zeliha Karademir, Seda Yilmaz Semerci, Fatma Esin Ozdemir, Sadik Etka Bayramoglu
PMID: 36910442  PMCID: PMC9996657  doi: 10.14744/nci.2021.19971  Pages 74 - 78
Giriş
Yenidoğan bebekte subkonjonktival kanama (SKK), doğum sırasında intratorasik basınç artışına bağlı olarak konjonktiva ve episklera arasındaki ince damarların kanaması ile ortaya çıkmaktadır. Doğum ilişkili SKK’lerin çoğu kendiliğinden sekelsiz regrese olmaktadır. Ancak eşlik edebilen retinal kanama (RK) sıklıkla zor doğum ile ilişkili olup uzun dönemde görme işlevini etkileyebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, yenidoğan döneminde subkonjonktival kanamanın insidans ve özelliklerini belirlemektir.
Gereçler ve Yöntem
Retrospektif tanımlayıcı çalışmamızda Mayıs 2018-Mayıs 2019 döneminde subkonjonktival kanama nedeniyle Kanuni Sultan Süleyman Eğt. ve Arşt. Hastanesi göz kliniğine yönlendirilen term bebeklerin hasta dosyaları incelendi. Gebelik haftası, doğum ağırlığı, cinsiyet, baş çevresi, göğüs çevresi, Apgar skoru, doğum şekli ve doğum sırası gibi demografik özellikler kaydedildi. Bebeklerde subkonjonktival kanama sıklığı ve perinatal özelliklerle ilişkisi değerlendirildi. Eşlik eden retinal kanaması olan ve olmayan bebeklerin demografik özellikleri karşılaştırıldı.
Bulgular
Çalışmamıza 86 bebek alındı. Yenidoğanların 42'si (%48,8) erkek, 44'ü (%51,2) kadındı. Ortalama gebelik haftası 38.62 ± 1.074 idi. Ortalama doğum ağırlığı 3621.05 ± 453.372 g, baş çevresi 35.35 ± 1.281 cm olarak bulundu. Sağ gözde %31,4 (27), sol gözde %36 (31) ve her iki gözde %32,6 (28) SKK saptandı. SKK tanısı ortalama 3,74 günde konuldu. Ortalama 1. dakika Apgar skoru 7.08 ± 0.352; 5. dakikadaki ortalama Apgar skoru 9 idi. Annelerin %11,6'sı (10) nullipardı ve%88,4'ü (76) multipar idi. Doğumların 79'unun vajinal, 7'sinin sezaryen ile yapıldığı tespit edildi. Toplam 16 bebekte eşlik eden RK saptandı. Doğumların 7’si distozi olup bu annelerin bebeklerinin tamamında RK saptandı. Sezaryen ile doğan hiçbir bebekte retinal kanama saptanmadı.
Sonuç
SKK'li bebeklerin önemli bir kısmında takip sırasında görme bozukluklarına yol açabilen bir RK de olabilir. Bu nedenle SKK'li bebeklerin ayrıntılı oftalmolojik muayene için göz kliniğine yönlendirilmesi gerekmektedir. Bilateral SKK vakalarında, RK riski artmış olduğundan daha dikkatli davranılmalıdır. Özellikle müdahale gerektiren vajinal doğumlarda bebekte SKK saptanması durumunda olası RK’yi atlamamak için fundus muayenesi yapılmalıdır. (NCI-2021-4-27/R1)
OBJECTIVE: The aim of this study is to determine the incidence and characteristics of newborns with subconjunctival hemorrhage (SCH).
METHODS: In our study, patient files of term infants referred to the study hospital’s ophthalmology clinic in 2018–19 were analyzed. Demographic data of infants including gestational week, birth weight, gender, and head circumference were all recorded. The frequency of SCH detection was evaluated depending on delivery type. Demographic data of infants with and without retinal hemorrhage (RH) were compared.
RESULTS: A total of 172 eyes of 86 infants were included in study. Forty-two (48.8%) of 86 neonates were male, and 44 (51.2%) were female. Mean gestational week was 38.62±1.1. SCH was detected in 31.4% (27) in the right eye, 36% (31) in the left eye, and 32.6% (28) in both eyes. The diagnosis was made at the mean of 3.74 days (range 1–20). Mean birth weight was found as 3621.1±453.3 g, head circumference as 35.4±1.3 cm, height as 50.7±2 cm, and chest circumference as 33.6±1.4 cm. Mean Apgar score in 1st min was 7.1±0.4; 5th min was 9. About 11.6% (10) of the mothers were nulliparous, and 88.4% (76) were multiparous. It was found that 79 of the deliveries were vaginal and seven with cesarean section. RH was not detected in any of the infants born with cesarean section.
CONCLUSION: SCH and RH were more common in infants born vaginally. If SCH is detected, a fundus examination should be performed to not miss possible RH.

13.The role of childhood trauma in patients with chronic urticaria
Neslihan Cansel, Dursun Turkmen, Nihal Altunisik
PMID: 36910444  PMCID: PMC9996659  doi: 10.14744/nci.2021.10170  Pages 79 - 86
Giriş: Kronik ürtiker (KÜ), etiyolojisinde immünolojik ve psikolojik faktörlerin olduğu yaygın bir deri hastalığıdır. Çocukluk çağı travmaları, nöro-immüno-kutanöz-endokrin sistemin gelişimini bozabilir ve enflamatuar anormalliklerle karmaşık bir patofizyolojik süreci başlatarak potansiyel olarak deri hastalığının gelişmesine yol açabilir. Bu bilgiler ışığında, çocukluk çağı travmasının KÜ hastalarında hastalığın başlangıcı ve şiddetlenmesinde rol oynayabileceğine inanıyoruz. Çalışmamız, KÜ ile çocukluk çağı travmatik deneyimleri arasında potansiyel bir ilişki ortaya çıkarmayı amaçladı.
Yöntem: Bu çalışma 53 kontrol ve 50 KÜ hastası ile gerçekleştirildi. Katılımcılara sosyodemografik bilgileri içeren bir anket formu, Beck Anksiyete Ölçeği, Beck Depresyon Ölçeği ve Çocukluk Travması Ölçeği [Childhood trauma questionnaire (CTQ-28)] verildi.
Bulgular: Hasta grubunda herhangi bir çocukluk çağı travma varlığı %68, kontrol grubunda ise %54.7 olarak bulundu. Hasta grubunda, orta ila şiddetli anksiyete ve depresyon skorları daha yüksekti. Ortalama duygusal istismar skoru, erken başlangıçlı ürtiker hastalarında (<35 yaş), geç başlangıçlı ürtiker (≥35 yaş) ve kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti. Depresyon puanlarının cinsel istismar hariç tüm istismar alt türleri ve CTQ-28 toplam puanları ile pozitif yönde ilişkili olduğu bulunmuştur. Anksiyete puanları duygusal istismar, fiziksel ihmal, duygusal ihmal ve CTQ-28 toplam puanları ile pozitif korelasyon gösterdi.
Sonuç: Çocukluk çağı travmaları, kronik ürtiker hastlarında hastalığın erken başlangıcı, şiddeti ve hastalığa eşlik eden depresyon ve anksiyete ile ilişkili bulunmuştur. (NCI-2021-3-24/R1)
OBJECTIVE: Chronic urticaria (CU) is a common skin disease in which the etiology involves immunological and psychological factors. Childhood traumas may disrupt the development of the neuro-immuno-cutaneous-endocrine system and start a complex pathophysiological process with inflammatory abnormalities, potentially leading to the development of skin disease. In light of this information, we believe that childhood trauma may play a role in the onset and severity of disease in CU patients. Our study aimed to discover a potential relationship between CU and childhood traumatic experiences.
METHODS: This study was conducted with 53 controls and 50 CU patients. The participants were given a questionnaire form that included sociodemographic information, Beck Anxiety Scale, Beck Depression Scale, and Childhood Trauma Questionnaire (CTQ-28).
RESULTS: The rates of childhood trauma were found to be 68% in the patient group, and 54.7% in the control group. The patient group demonstrated higher scores for moderate to severe anxiety and depression. The mean emotional abuse score was significantly higher in early onset (<35 ages) urticaria patients in comparison to late onset urticarial (≥35 ages) and the control group. It was found that depression scores were positively correlated with all abuse sub-types, excluding sexual abuse, and total CTQ-28 scores. Anxiety scores were positively correlated with emotional abuse, physical neglect, emotional neglect, and total CTQ-28 scores.
CONCLUSION: Childhood traumas are associated with the early onset and severity of disease in CU patients as well as the accompanying depression and anxiety.

14.Evaluation of health anxiety in adults admitting to primary healthcare institutions
Sevil Aydogan Gedik, Emrah Atay, Seval Caliskan Pala, Sevil Akbulut Zencirci, Ece Elif Ocal, Zeynep Demirtas, Cinar Yenilmez, Muhammed Fatih Onsuz, Selma Metintas
PMID: 36910434  PMCID: PMC9996652  doi: 10.14744/nci.2021.40111  Pages 87 - 94
Amaç: Sağlık anksiyetesi kişide herhangi bir bedensel hastalık bulunmadığı halde olağan bedensel duyumların olumsuz yönde aşırı yorumlanması olarak tanımlanmaktadır. Çalışmanın amacı, Eskişehir’de birinci basamak sağlık hizmeti sunan kuruluşlara başvuran 18 yaş üstü bireylerin sağlık anksiyetesi düzeylerini ve ilişkili olabilecek faktörleri değerlendirmektir.
Yöntemler: Kesitsel tipte olan çalışma, Eskişehir ilinde birinci basamak sağlık kuruluşlarına başvuran erişkinlerde yapıldı. Çalışma grubunu 1200 kişi oluşturdu. Veri toplama amacıyla sağlık anksiyetesi ile ilişkili faktörleri sorgulayan sorular ve Sağlık Anksiyetesi Ölçeği’ni içeren bir anket kullanıldı. Verilerin analizinde ölçek puanına etki eden faktörleri belirlemek için Sağlık Anksiyetesi Ölçeği puanının logaritması alınarak hiyerarşik çoklu lineer regresyon analizi uygulandı.
Bulgular: Sağlık Anksiyetesi Ölçeği’nden alınan toplam puanlar 1-47 arasında değişmekte olup, ortalama 16.4±8.7, ortanca puan 15 idi. Çalışma grubundakilerin %41.9’u ortalamanın üzerinde puan aldı. Kadın cinsiyet, aile gelir durumunun kötüleşmesi, kronik hastalık varlığı, genel sağlık durumunun kötüleşmesi, mental ve davranışsal bozukluk belirtileri, sağlık kuruluşlarına fazla sayıda yapılan başvurular ve hastanede yatış öyküsü sağlık anksiyetesi düzeyini etkileyen faktörler olarak bulundu.
Sonuç: Eskişehir’de birinci basamak sağlık kuruluşlarına başvuranlar arasında, sağlık anksiyetesinin önemli bir sorun olduğu bulundu. Sağlık anksiyetesi açısından riskli gruplardaki bireylere eğitim verilmesi ve bu grupların sağlık anksiyetesi açısından yakın takipleri yapılarak gerektiğinde psikososyal destek sağlanması uzun vadede sağlık hizmetlerinin aşırı kullanımını önleyecektir. (NCI-2021-3-5/R1)
OBJECTIVE: Health anxiety is defined as the negative over-interpretation of the usual physical sensations, although the person does not have any physical illness. The study aims to evaluate the health anxiety levels of individuals over the age of 18 who admit to primary healthcare institutions in Eskisehir and the factors that may be associated with it.
METHODS: This is a cross-sectional study. The study was conducted in adults who admitted to primary healthcare institutions in Eskisehir. The study group consists of 1200 individuals. For the purpose of collecting data, a questionnaire including the questions regarding the factors related to health anxiety and the Health Anxiety Scale were used. In the analysis of the data, a logarithm of The Short Health Anxiety Inventory (SHAI) scores was performed to determine the factors affecting the inventory score and hierarchical multiple linear regression analysis was used.
RESULTS: The total scores from The SHAI ranged from 1 to 47, with an mean of 16.4±8.7 and a median score of 15. Of 41.9% of study group scored above mean score. Female gender, deterioration of family income, presence of chronic disease, worsening of general health status, symptoms of mental and behavioral disorders, high number of admissions to health institutions, and hospitalization history were found to be factors affecting the level of health anxiety.
CONCLUSION: Health anxiety was found to be an important problem among those who admitted to primary healthcare institutions in Eskisehir. Providing education to individuals in risky groups in terms of health anxiety, and these groups should be closely monitoring in terms of health anxiety and providing psychosocial support when necessary will prevent excessive use of health services in the long-term.

15.Electroencephalogram abnormalities in children have rotated error on block design performance: An university hospital child and adolescent psychiatry clinic sample
Yasemin Tas Torun, Seyma Gurbuz, Deniz Menderes, Hesna Gul, Esin Gokce Saripinar, Ebru Arhan, Esra Guney, Yasemen Isik, Elvan Iseri, Ayse Serdaroglu
PMID: 36910439  PMCID: PMC9996648  doi: 10.14744/nci.2021.71059  Pages 95 - 100
Amaç: Nöropsikiyatrik değerlendirme çocuk ve ergen psikiyatrisi klinik pratiğinde temel değerlendirme yöntemlerinden biri olmasının yanı sıra merkezi sinir sistemi bozuklukları açısından da önemli veriler sunmaktadır. Bu güne kadar yapılan pek çok çalışmada epileptik hastalarda psikiyatrik komorbiditenin sık olduğu ve nörogelişimsel bozukluklarda epilepsinin sıklıkla eşlik ettiği bildirilmiştir. Epileptik bozukluklar ve psikiyatrik hastalıkların yüksek komorbiditesi göz önünde bulundurulduğunda, psikiyatri klinik örnekleminde epileptik bozukluklar için olası prediktörlerin belirlenmesi oldukça önemlidir. Bu çalışmada retrospektif olarak, çocuk ve ergen psikiyatrisi klinik örnekleminde WISC-R sonuçlarından yola çıkarak eşlik eden epileptik bozukluklar için olası prediktör faktörlerin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışma verileri, Gazi Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniğinde Ocak 2013-Aralık 2020 tarihleri arasında farklı ön tanılarla WISC-R testi uygulanan 2609 olgu dosyasının geriye dönük taranak, WISC-R’ın küplerle desen alt testinde 2 ve üzeri rotasyon hatası yapan olgular (n=71) saptanarak bu olguların sistem kayıtlarındaki elektroensefalografi (EEG) sonuçlarına ulaşılarak elde edilmiştir (n=60).
Bulgular: Çalışma grubunda EEG kaydı olan çocukların %15’inde anormal elektriksel aktivite tespit edilmiştir. Hem normal EEG hem de anormal EEG’ye sahip grupta en sık konulan tanının DEHB olduğu saptanmıştır. Korelasyon analizlerinin sonuçlarına göre zihinsel yetersizliği olan olgularda WISC-R performans alt test puanları ile anormal EEG aktivitesi arasında pozitif-zayıf ilişki (r=.56), WISC-R performans ve sözel alt test puanları arasındaki fark ile anormal EEG aktivitesi arasında ise pozitif-kuvvetli bir ilişki saptanmıştır ( r=.74).
Sonuçlar: WISC-R küplerle desen alt testinde rotasyon hataları yapan çocukların EEG kayıtlarında farklı anormal elektriksel aktivite paternleri izlenmektedir, rotasyon hatalarına ek olarak, özellikle zihinsel yetersizlik tanısı olan çocuklarda WISC-R performans ve sözel alt testler arasında belirgin farklılık olması olası anormal EEG aktivitesi açısından en önemli prediktör faktörlerdir. (NCI-2021-4-5/R1)
OBJECTIVE: Neuropsychiatric assessment is essential part of child and adolescent psychiatry clinic practice, also provides important information about central nervous system dysfunctions. In studies conducted to date, it has been known that both the high frequency of psychiatric comorbidity in epileptic patients and that epilepsy comorbidity is quite common in neurodevelopmental disorders. In fact, considering the high comorbidity of epileptic abnormalities and psychiatric disorders, it has been very important to determine predictors for epileptic abnormalities in a clinical sample of child and adolescent psychiatry. In this retrospective study, we aim to determine possible predictive factors for epileptic abnormalities in a clinical sample of child and adolescent psychiatry according to Weschler Intelligence Scale for Children (WISC-R) results.
METHODS: We identified patients who had two or more rotation errors in the block design subtest of WISC-R by retrospectively scanning the system records of 2609 cases who were applied WISC-R with different prediagnoses at Gazi University Child and Adolescent Psychiatry Outpatient Clinic between January 2013 and December 2020 (n=71). After the first step identification, we selected the ones who had a previous electroencephalography (EEG) recording available for our own re-review (n=60).
RESULTS: We found 15% EEG abnormalities and ADHD is the most common diagnosis in both normal and abnormal EEG groups. Due to correlation analysis, there was a positive-mild correlation between presence of EEG abnormality and WISC-R performance (r=0.56) in intellectual disability (ID) group and a positive-strong correlation between presence of EEG abnormality and WISC-R performance-verbal scores (r=0.74) in ID group.
CONCLUSION: This study has shown that many different abnormal EEG patterns can be found in patients who have rotation errors in the block design test of WISC-R, suggesting diagnoses of ID, and having notable performance-verbal subtests scores difference and rotation errors in the block design subtest of WISC-R should be predicitive factors for epileptic abnormalities.

16.Mother-child interactions among children with visual impairment: Addressing maternal attachment style, depression-anxiety symptoms, and child’s behavioral problems
Koray Kara, Mualla Hamurcu, Hesna Gul, Mehmet Ayhan Congologlu
PMID: 36910445  PMCID: PMC9996660  doi: 10.14744/nci.2021.90688  Pages 101 - 107
Amaç: Görme engelli bir çocuğun doğumu, ekonomik maliyetler, diğer aile üyelerinin karşılanmayan beklentileri ve ailenin toplumdan sosyal olarak soyutlanması nedeniyle aile için stres, hayal kırıklığı ve tıbbi zorluklara yol açar. Bu ailelerin çoğunda anneler birincil bakımveren oldukları için stresörlere diğer aile üyelerine göre daha sık maruz kalmaktadır. Bu çalışmada annenin bağlanma stilleri, annede depresyon ve anksiyete düzeyleri ile görme engelli çocuklarının davranış sorunları arasındaki ilişkiyi inceledik.
Yöntemler: Bu bir vaka kontrol çalışmasıdır. Çalışma grubunda 35 görme engelli, kontrol grubunda 31 sağlıklı çocuk vardı. Tüm anneler Yetişkin Bağlanma Stili Boyutları Ölçeğini, Beck Depresyon ve Anksiyete Envanterlerini ve Sorun Davranış Kontrol Listesini tamamladı.
Bulgular: Sonuçlarımız, sağlıklı kontrollere kıyasla görme engelli çocukların sinirlilik, stereotipik davranış ve uygunsuz konuşma gibi davranış problemlerinin daha yüksek seviyelerde olduğunu gösterdi. Beklentilerimizin aksine her iki grupta da annelerin depresyon ve anksiyete puanları benzerdi, annelerin bağlanma türleri açısından da gruplar arasında anlamlı farklılık yoktu. İlginç şekilde, görme bozukluğu grubundaki annelerde güvenli bağlanma ile depresyon arasında pozitif bir ilişki vardı. Diğer bir deyişle, güvenli bağlanma stiline sahip anneler daha depresifti. Öte yandan, annenin endişeli / kararsız bağlanma stili ile çocuğun sinirliliği arasında pozitif bir ilişki saptandı.
Sonuç ve Tartışma: Görme engelli çocuğa sahip olan annelerde depresyon-güvenli bağlanma arasındaki ilişki, çocuğun engeli nedeniyle daha yüksek duyarlılığın sonucu olabilir ve gelecekteki çalışmalarda değerlendirilmelidir. (NCI-2021-3-40/R1)
OBJECTIVE: The birth of a visually impaired child leads to stress, disappointment, and medical challenges for the family due to the economic and financial costs, unmet expectations of other family members, and social embarrassment-isolation of the family from society. In these families, mothers are exposed to the stressors more often than other family members, because, in most families, they are the primary caregivers. In this study, we examined the relationship between maternal attachment styles, maternal depression and anxiety levels, and behavioral problems of children with visual impairment.
METHODS: This is a case–control study. In the study group, there were 35 children with visual impairment, and in the control group, there were 31 healthy children. All mothers completed adult attachment style dimensions scales, beck depression, and anxiety inventories, and the aberrant behaviour checklist.
RESULTS: Our results demonstrated that children with visual impairment have higher levels of behavior problems including irritability, stereotypic behavior, and inappropriate speech when compared with healthy controls. Contrary to our expectations depression and anxiety, scores of mothers were similar, also, there was not a difference in terms of maternal attachment types. Interestingly, there was a positive relationship between secure attachment and depression among mothers of the visual impairment group. In other words, securely attached mothers were more depressive. On the other hand, there was a positive relationship between anxious/ambivalent attachment and the child’s irritability.
CONCLUSION: The relationship between maternal depression and secure attachment could be a consequence of higher maternal sensitivity due to a child’s impairment and should be evaluated in future studies.

17.Experience of 500 cardiovascular magnetic resonance imaging and systematic analysis of cases
Sercin Ozkok, Ilker Kemal Yucel, Ahmet Sasmazel, Ahmet Celebi
PMID: 36910429  PMCID: PMC9996649  doi: 10.14744/nci.2022.28445  Pages 108 - 121
Amaç: Kardiyovasküler manyetik rezonans görüntüleme (MRG), fonksiyonel ve morfolojik bilgi sağlamadaki avantajları nedeniyle birçok merkezde rutin kardiyoloji kliniğinde yaygın olarak kabul edilen referans görüntüleme tekniğidir. Bununla birlikte, klinik uygulamadaki ulusal deneyim ve kardiyovasküler MRG bulguları hakkında çok az bilgi bulunmaktadır. Bu çalışmanın amacı, kardiyak görüntüleme bölümümüze başvuran hastaların klinik ve demografik özelliklerini ortaya koymaktır.
Yöntem: Bu retrospektif çalışmaya 2016 ile 2019 yılları arasında gerçekleştirilen toplam 500 kardiyovasküler MRG incelemesi alındı. Hastaların klinik endikasyonları, demografik ve kardiyovasküler MRG bulguları geriye dönük olarak değerlendirildi.
Bulgular: Bu retrospektif, tek merkezli çalışmaya beş yüz hasta (E / K = 301/ 199 ) dahil edildi. Muayenelerin çoğu doğuştan kalp hastalığı (n= 254, %50,8) için yapılmıştır. Diğer endikasyonlar miyokard hastalığı (n= 160, %32), kardiyak kitle (n= 44, %8,8), kalp kapak hastalığı (n= 20, %4), manyetik rezonans anjiyografi [n=12, %2,4 ( aort ve pulmoner arter (n=9, %1.8) ve koroner arterler (n=3, %0.6)], vaskülit (n= 7, %1.7), perikardiyal hastalıkdır (n=3, %0.6). 3 hastada (% 0.06) kontrast madde enjeksiyonu sırasında minör komplikasyon yaşadı.
Sonuç: Kardiyovasküler MRG, klinik alanda yaygın olarak kabul gören çeşitli kardiyak patolojileri tanımlamada güvenilir ve doğru bir görüntüleme aracıdır. 500 vakalık tek merkez deneyimimiz, günlük uygulamada ulusal veri havuzuna katkıda bulunabilecek klinik endikasyon çeşitlerini göstermektedir. (NCI-2021-11-15/R1)
OBJECTIVE: Cardiovascular magnetic resonance imaging (MRI) is a widely accepted reference imaging technique in routine cardiology clinics in many centers due to its advantages in providing preferable functional, morphologic information. However, there is little information about national experience in clinical application and findings of cardiovascular MRI. The objective of this study was to demonstrate the clinical and demographic characteristics of patients admitted to our cardiac imaging department.
METHODS: A total of 500 cardiovascular MRI examinations performed between 2016 and 2019 were enrolled in this retrospective study. Clinical indications, demographic, and cardiovascular MRI findings of the patients were retrospectively evaluated.
RESULTS: Five hundred patients (M/F=301/199) were included in this retrospective, single center study. The majority of the examinations were performed for the assessment of congenital heart disease (n=254, 50.8%). The other indications were for myocardial disease (n=160, 32%), cardiac mass (n=44, 8.8%), valvular heart disease (n=20, 4%), magnetic resonance angiography (n=12, 2.4% for aorta and pulmonary artery [n=9, 1.8%] and for coronary arteries [n=3, 0.6%]), and vasculitis (n=7, 1.7%), pericardial disease (n=3, 0.6%). Minor complication was seen during the contrast agent injection in three patients (0.06%).
CONCLUSION: Cardiovascular MRI is a reliable and accurate imaging tool in identifying the various cardiac pathology with widely accepted use in the clinical area. Our single-center experience of 500 cases demonstrates the varieties of clinical indications in daily practice that may contribute to the national data pool.

REVIEW
18.A possible alternative to Opiorphin and its stable analogues for treating fibromyalgia pain: A clinical hypothesis
Debaraj Roy, Hindustan Abdul Ahad, Haranath Chinthaginjala, Ganthala Aravind Kumar, Gummadisani Govardhan Reddy, Amminga Siddartha Tharun Teja
PMID: 36910437  PMCID: PMC9996662  doi: 10.14744/nci.2022.92603  Pages 122 - 126
The work aimed to explore the clinical hypothesis on the possible alternative to Opiorphin and its stable analogues for treating fibromyalgia pain. Fibromyalgia is a condition characterized by chronic pain triggered by an interplay of biological and psychosocial variables, although the exact pathogenesis is still controversial. Standard therapy for low threshold tender point pain includes NSAIDs and opioid analgesics, both of which have serious adverse profiles after long-term exposure, highlighting the need for an intermediate compound capable of bridging the gap between NSAIDs and opioid analgesics. Opiorphin is an anti-nociceptive modulator which inhibits the enzyme responsible for the degradation of natural endogenous opioid neuropeptides. This paper hypothesizes and concludes that Opiorphin and its stable analogues (Sialorphine, STR-324) can be an alternative for the treatment of chronic long-standing low-threshold tender point pain associated with fibromyalgia. (NCI-2022-7-13)

LETTER TO THE EDITOR
19.New-onset of juvenile systemic lupus erythematosus following COVID-19 vaccination: First case report
Jozelio Freire De Carvalho
PMID: 36910432  PMCID: PMC9996650  doi: 10.14744/nci.2022.93899  Pages 127 - 129

LookUs & Online Makale