ISSN: 2148-4902 | E-ISSN: 2536-4553
Northern Clinics of İstanbul - North Clin Istanb: 11 (1)
Volume: 11  Issue: 1 - 2024
EDITORIAL
1.Front Matter

Pages I - VIII

RESEARCH ARTICLE
2.Effect of sugammadex, rocuronium and sevoflurane on oxidative stress and apoptosis in cerebral ischemia reperfusion model in rats
Hakan Ciftci, Nilay Tas, Zubeyir Cebeci, Sibel Kokturk, Selma Cirrik, Tevfik Noyan
doi: 10.14744/nci.2023.07888  Pages 1 - 9
Amaç: Serebral iskemi reperfüzyon hasarı, nörolojik fonksiyon bozukluğuna ve hücre ölümüne kadar giden ciddi bir sürece neden olmaktadır. Sugammadeksin büyük bir molekül olarak normalde kan beyin bariyerinden geçişi zordur. İskemide ise KBB bozulur ve normalde geçişi mümkün olmayan moleküller beyin dokusuna geçebilir. Bu çalışmada sevofluran ve rokuronyum ile genel anestezi modeli oluşturulan ratlarda serebral I/R hasarı varlığında sugammadeksin etkisini değerlendirmeyi amaçladık.
Metod: Ratlar 7 gruba ayrıldı; Grup 1 (Kontrol), Grup 2 (Sham), Grup 3 (Sevofluran), Grup 4 (Sugammadex), Grup 5 (Sevofluran + rokuronyum), Grup 6 (Sevofluran + sugammadex), Grup 7 (Sevofluran + rokuronyum + sugammadex). Bilateral carotis oklüzyonu ile serebral I/R hasarı oluşturulan ratların beyin dokuları çıkarılıd, Kaspaz-3 ile apopitozis ve doku MDA, Myeloperoxidase (MPO ve Superoxide dismutase (SOD) düzeyleri incelendi.
Bulgular: Kaspaz-3 pozitif hücrelerin sayısı diğer gruplara göre en fazla Grup 4’te azalma gösterdi. Kaspaz-3 pozitif hücrelerin sayı artışı ortalamalarına göre düzenlenişi sırasıyla, Grup 1, Grup 4, Grup 7, Grup 6, Grup 5, Grup 3 ve Grup 2 olarak belirlendi. Grup 4’ün ortalama MDA ve MPO düzeyleri Grup 2’ye göre daha düşüktü. SOD düzeyleri açısından ise anlamlı bir farklılık bulunmadı.
Sonuç: Sugammadex uygulamasının I/R hasarına sekonder olarak meydana gelen apopitozis üzerinde olumlu etki yaptığı, diğer ajanlara göre apopitotik etkisinin en düşük seviyede olduğu ve oksidatif hasarı diğer gruplar kadar artırmadığı tespit edildi. (NCI-2022-9-6)
OBJECTIVE: Cerebral ischemia-reperfusion (I/R) injury causes neurological dysfunction and cell death. Sugammadex, as a large molecule, is normally difficult to pass through the blood-brain barrier (BBB). In ischemia, molecules can pass into the brain tissue. In this study, we aimed to evaluate the effect of sugammadex in the presence of cerebral I/R damage in rats with a general anesthesia model with sevoflurane and rocuronium.
METHODS: Rats were divided into 7 groups; Group 1 (Control), Group 2 (Sham), Group 3 (Sevoflurane), Group 4 (Sugammadex), Group 5 (Sevoflurane + Rocuronium), Group 6 (Sevoflurane + Sugammadex), Group 7 (Sevoflurane + Rocuronium + Sugammadex). Brain tissues of rats with cerebral I/R damage with bilateral carotid occlusion were removed. Tissue Malondialdehyde (MDA), Myeloperoxidase (MPO), and Superoxide dismutase (SOD) levels were examined with ELISA and apoptosis was examined by Caspase-3.
RESULTS: The number of caspase-3 positive cells decreased the most in Group 4 compared to the other groups. Group 4’s mean MDA and MPO levels were lower than Group 2. There was no significant difference in terms of SOD levels.
CONCLUSION: The apoptotic effect of sugammadex was lowest compared to other agent groups, and it did not increase oxidative damage as much as the other groups.

3.Drug utilization studies in Turkiye: A systematic review
Ahmet Akici, Dieudonné Havyarimana, Ertan Direnc, Volkan Aydin
doi: 10.14744/nci.2023.60134  Pages 10 - 17
Giriş: İlaç kullanımı çalışmaları (İKÇ), ülke veya hedef popülasyon düzeyinde ilaç kullanımına dair bir çerçeve sunmanın yanı sıra bu kullanımın rasyonalitesinin değerlendirilmesi başta olmak üzere karşılanmamış tıbbi ihtiyaçlar hakkında da önemli bilgiler sağlar. Bu çalışmada Türkiye’de yapılmış İKÇ’lerin sistematik olarak incelenmesi amaçlandı.
Yöntem: Türkiye’de 2000-2021 yıllarını kapsayan dönemde tıbbi kayıt ve reçete verilerinden yararlanılarak yapılmış ve “araştırma makalesi” olarak yayımlanmış, tam metnine erişilebilen 162 İKÇ incelendi. İncelemeye İngilizce yayınlar veya İngilizce özeti bulunan Türkçe yayınlar dahil edildi. Analizlerde yayınların bilimsel nitelikleri, verinin kaynağı, toplama yeri ve zamanı, çalışmaların tasarımları, araştırılan ilaçların grupları gibi parametreler ele alındı.
Bulgular: Makalelerin %79,6’sının yazım dilinin İngilizce olduğu, %45,1’inin SCI/SCIE’de taranan dergilerde yayımlandığı, %63,0’ünün WOS platformunda kayıtlı olduğu ve medyan 3,5 (IQR: 1-15) atıf aldığı saptandı. İKÇ’lerin %44,4’ünün antibiyotik temelli çalışmalar olduğu belirlendi. Ortalama çalışma periyodu ve takiben yayına dönüştürme süresi sırasıyla 2,9±3,1 ve 2,9±2,1 yıldı. En fazla çalışmanın %17,9 (n=29) ile 2021’de yayımlandığı bulundu. Çalışmaların %93,8’inin retrospektif tasarımla ve %67,8’inin ikinci/üçüncü basamak sağlık kurumlarında yapıldığı, %54,9’unun doğrudan hastane verisi içerdiği belirlendi. Kapsam olarak çalışmaların %68,5’inin genel popülasyonda, %19,1’inin sadece erişkinlerde, %12,4’ünün ise çocuklarda yapıldığı bulundu.
Sonuç: Çalışmamız ülkedeki trendi son yıllarda ivme kazanan İKÇ’lerin önemli bir bölümünün antibiyotik odaklı olduğunu ve daha çok genel bir hasta popülasyonunun hastane kaynaklı toplanan verilerinden retrospektif tasarım ile yapıldığını göstermektedir. Bu durum tıbbi kayıt veri tabanlarının sağladığı yeni avantajların da etkin kullanılmasıyla mevcut İKÇ yelpazesinin genişletilip belirli hasta ve ilaç gruplarına ilişkin kritik ipuçlarını sunabilecek daha fazla İKÇ’nin yapılmasının gerekliliğine işaret etmektedir. (NCI-2022-12-10)
OBJECTIVE: Drug utilization studies (DUS) provide a framework for drug utilization at the national or targeted population level and important information on unmet medical needs, particularly in assessing the rationality of drug use. We aimed to systematically review DUS conducted in Turkiye.
METHODS: We examined 162 DUS with an accessible full-text, published as “research articles” and conducted in Turkiye between 2000 and 2021 using medical records and prescription data. We included English or Turkish papers with English abstracts. We examined the scientific characteristics of the publications, source of the data, place/time of collection, research designs, and studied drug groups.
RESULTS: We found that 79.6% of articles were in English, 45.1% were listed in SCI/SCIE, and 63.0% were on the WOS platform with 3.5 (interquartile range: 1–15) citations. The mean study period and publication time were 2.9±3.1 and 2.9±2.1 years, respectively. The highest number of studies (17.9%) were published in 2021 and (26.5%) were conducted nationwide. We identified that 93.8% of the studies had retrospective design, 67.8% were conducted in secondary/tertiary health-care institutions, and 54.9% used direct hospital data. We detected that 68.5% of the studies were conducted on the general population, 19.1% on adults, 12.4% on children, and 44.4% were antibiotic oriented.
CONCLUSION: Our study showed that a significant portion of the DUS, the trend of which has gained momentum in recent years, was antibiotic focused and conducted with a retrospective design from hospital-based data collected on the general patient population. This situation points to the necessity of expanding the existing DUS range by effectively using the new advantages provided by medical record databases and conducting more DUS that can provide critical clues for specific patients and drug groups.

4.Turkish validity and reliability of telemedicine awareness, knowledge, attitude and skills questionnaire
Aysegul Mutlu, Muhammed Fatih Onsuz, Ali Kilinc, Levent Ozcan, Mine Tepetas, Selma Metintas
doi: 10.14744/nci.2023.79989  Pages 18 - 26
GİRİŞ: Çalışmanın amacı “Teletıp Farkındalık, Bilgi, Tutum ve Beceriler (TFBTB)” anketinin geçerlilik güvenirliğini araştırmak ve Türkçe’ye uyarlamaktır.
YÖNTEM: Çalışma tıp fakültesi ve tıpta uzmanlık öğrencilerinde gerçekleştirilen metodolojik tipte bir araştırmadır. “TFBTB” anketinin geçerlilik ve güvenilirlik analizleri için anket madde sayısının 7-10 katı olacak şekilde çalışmaya 425 tıp fakültesi öğrencisi ve tıpta uzmanlık öğrencisi dahil edildi. Yapı geçerliği için açımlayıcı faktör analizi (AFA) yapıldı. Güvenilirliği değerlendirmek için test-tekrar test yöntemi kullanıldı. İç tutarlılık için Cronbach Alfa güvenirlik katsayısı ve madde-toplam korelasyon katsayısı hesaplandı. Tanımlayıcı istatistikler sayısal değişkenler için ortalama, standart sapma, ortanca, birinci ve üçüncü çeyreklik değer, kategorik değişkenler ise sayı ve yüzde olarak verildi. Mann-Whitney U, Kruskal Wallis değişkenler arasındaki korelasyonun değerlendirilmesinde Spearman Korelasyon analizi kullanıldı.
BULGULAR: “TFBTB” anketinin Cronbach Alfa katsayısı alt alanlarda sırasıyla 0.950, 0.851, 0.970 ve 0.952 olarak bulundu. Herhangi bir madde çıkarıldığında Cronbach Alfa değerleri 0.826-0.969 arasında değişmekte olup anlamlı bir farklılık tespit edilmedi. Test-tekrar test güvenilirliği sonucu toplam puanlar arasında pozitif yönde güçlü korelasyon saptandı (Farkındalık r=0.848, bilgi r=0.792, tutum r=0.787, beceri r=0.816, her biri için p<0.001).
SONUÇ: “TFBTB” anketi Türkçe formu, hekimlerde teletıp farkındalık, bilgi, tutum ve beceri düzeyilerini değerlendirmede kullanılabilecek geçerli ve güvenilir bir ölçüm aracıdır. Ülkemizde özellikle de sağlık sektörü çalışanlarında teletıp farkındalık, bilgi, tutum ve beceri düzeyilerinin belirlenmesi için “TFBTB” anketi kullanılarak yapılacak araştırmaların yararlı olacağı düşünüldü. (NCI-2022-9-22)
OBJECTIVE: The aim of the study is to investigate the validity and reliability of the “Telemedicine Awareness, Knowledge,
Attitude, and Skills (AKAS) of Telemedicine” questionnaire and to convert the questionnaire to Turkish.
METHODS: The study is methodological research conducted among medical faculty students and medical residents. For the validity and reliability analysis of the “AKAS of Telemedicine” questionnaire, 425 medical faculty students and medical residents were included in the study, and the sample was 7–10 times the number of questionnaire items. Exploratory factor analysis was performed for construct validity. The test-retest method was engaged to assess reliability. Cronbach’s alpha reliability coefficient and the item-total correlation coefficient were calculated for internal consistency. Descriptive statistics were given as mean, standard deviation, median, and first and third quartile values for numerical variables, and numbers and percentages for categorical variables. The Mann-Whitney U test, the Kruskal–Wallis test, and Spearman’s correlation coeffi- cient were conducted to evaluate the correlation between variables.
RESULTS: The Cronbach alpha reliability coefficient of the “AKAS of Telemedicine” questionnaire was found to be 0.950, 0.851, 0.970, and 0.952 in the sub-areas, respectively. When an item was removed, the Cronbach alpha reliability coefficient values ranged between 0.826 and 0.969, and no significant difference was detected. As a result of test-retest reliability analysis, a strong positive correlation was found between the total scores (awareness r=0.848, knowledge r=0.792, attitude r=0.787, and skill r=0.816; p<0.001 for each score).
CONCLUSION: The Turkish form of the “AKAS of Telemedicine” questionnaire is a valid and reliable measurement tool that can be used to evaluate the level of AKAS among physicians. It was concluded that research using the “AKAS of Telemedicine” questionnaire would be useful to determine the telemedicine AKAS levels among Turkiye, particularly in health sector workers.

5.Investigation of skincare habits and possible rosacea triggers of patients with rosacea: A prospective case-control study
Husna Guder, Semih Guder
doi: 10.14744/nci.2023.33410  Pages 27 - 37
AMAÇ: Cilt bakımı, rosacea tedavisinin bir parçasıdır; hastalar medikal tedavilerin yanı sıra tamamlayıcı dermo-kozmetik bakımlardan da yararlanmaktadır. Bazı cilt bakımı alışkanlıklarının rosacea'yı tetiklediği ve şiddetlendirdiği bilinmektedir ancak bu konuda çok az sayıda epidemiyolojik çalışma bulunmaktadır.
YÖNTEMLER: Çalışmaya 100 rosacealı hasta ve 100 kontrol olmak üzere toplam 200 kişi dahil edildi. Katılımcıların günlük yüz temizliğinde kullandıkları yöntemleri sorguladık. Güneşe ve sıcağa maruz kalma, makyaj alışkanlıkları, topikal steroid kullanım öyküsü ve açık havada çalışma durumu not edildi. Demodex'in varlığını ve ciddiyetini değerlendirmek için non-invaziv ve geçerli bir yöntem olan dermoskopik inceleme yapıldı.
SONUÇLAR: Rosacea hastalarımızın %30'unu eritematelenjiektatik tip rozasea, %13'ünü papülopüstüler rozasea olarak değerlendirdik ve hastalarımızın %57'sinde bu alt tiplerin birbirinden ayırt edilemediği miks tip vardı. Vaka grubunda günlük yüz temizleyici ve günlük sabun kullananların oranı kontrol grubuna göre daha düşükken, yüzünü sadece su ile temizleyenlerin ve yüz temizleyicileri daha az kullananların oranı daha yüksekti. (p<0,001). Vaka grubunda günlük makyaj yapma ve makyaj ürünü kullanma oranı daha düşük iken (sırasıyla p=0,001, p<0,001), makyaj yapmama oranı daha yüksekti (p=0,001). Sıcak banyo kullanma öyküsü vaka grubunda kontrol grubuna göre daha yüksekti. (p=0,011) Plak şiddeti ve kuru görünüm ile Demodex yoğunluğundaki artış arasında anlamlı bir ilişki bulduk. (sırasıyla p=0,007, p<0,001)
ÇÖZÜM: Rozase hastalarının yüzlerini her gün uygun sabun veya yüz temizleyicilerle temizlemelerini ve çok sıcak suyla banyo yapmamalarını öneririz. Özellikle cilt kuruluğu eşlik ediyorsa, hastalar Demodex akarları açısından değerlendirilmelidir. (NCI-2022-11-26)
OBJECTIVE: Skincare is a part of rosacea treatment; patients benefit from complementary dermo-cosmetic care as well as medical treatments. Some skincare habits are known to trigger and exacerbate rosacea, but there are very few epidemiolog- ical studies on this matter.
METHODS: A total of 200 people, including 100 patients with rosacea and 100 controls, were included in the study. We ques- tioned the methods used by the participants in daily facial cleansing. Sun and heat exposure, makeup habits, the history of the use of topical steroids, and outdoor working status were noted. A dermoscopic examination, a non-invasive and valuable method to evaluate the presence and severity of Demodex, was performed.
RESULTS: We evaluated 30% of our rosacea patients as erythematotelangiectatic rosacea, 13% as papulopustular rosacea, and 57% of our patients had mixed type, which could not be distinguished from one of these subtypes. In the case group, the proportion of people who used daily facial cleansers and daily soaps was lower than in the control group, while the proportion of those who cleaned their face with only water and those who used facial cleansers less frequently was higher (p<0.001). In the case group, while the rate of daily make-up and use of make-up products was lower (p=0.001, p<0.001, respectively), the rate of not wearing make-up was higher (p=0.001). The history of hot bath use was higher in the case group than in the control group (p=0.011). We found a significant relationship between the severity of plaque and dry appearance and the increase in Demodex density (p=0.007, p<0.001, respectively).
CONCLUSION: We recommend that patients with rosacea clean their faces daily with soap or facial cleansers and not take a bath with very hot water. Patients should be evaluated for increased Demodex mites, especially if skin dryness is accompanied.

6.Evaluation of the relationship of digital phototrichogram findings of patients with diffuse hair loss with blood TSH, ferritin and vitamin B12 levels
Leyla Bilik, Ibrahim Kokcam, Mustafa Esen
doi: 10.14744/nci.2023.33269  Pages 38 - 44
Amaç: Telogen effluvium (TE), kadınlarda sık görülen bir alopesi tipidir. Saç kaybına neden olan faktörler arasında; endokrin hastalıklar, beslenme bozuklukları, stres, anemi, ferritin düzeyi düşüklüğü, vitamin B12 eksikliği ve tiroid hastalıkları gibi çok sayıda neden yer almaktadır. Alopesilerin değerlendirilmesinde non invaziv tanı yöntemlerinden biri de digital fototrikogramdır. Bu çalışmada diffüz saç dökülmesi olan kadın hastaların biyokimyasal parametreleri ile digital fototrikogram bulgularının karşılaştırılması amaçlandı.
Yöntem: Çalışmaya diffüz saç dökülmesi olan 108 kadın hasta alındı. Hastalar akut ve kronik TE olarak 2 gruba ayrıldı ve saç çekme testi uygulandı. Tam kan sayımı, kan biyokimyası, demir, demir bağlama kapasitesi, ferritin, tiroid stimülan hormon (TSH), sT3, sT4, folik asit ve vitamin B12 düzeylerine bakıldı. Fototrikogram ile hastaların telogen/anagen oranları ve saç dansitesi hesaplandı.
Tartışma: Hastaların serum biyokimyasal parametreleri (AST, ALT, üre, kreatinin), TSH, sT3, sT4 ve folik asit düzeyleri normal sınırlardaydı. Akut ve kronik TE’li gruplar arasında telogen oranı, anagen oranı, saç dansitesi, dökülen saç sayısı, aile öyküsü, kan ferritin, TSH ve vitB12 düzeyi birbirine benzer bulundu. Çalışmamızda Trichoscan ile ortalama anagen ve telogen oranları literatür ile verileri benzer iken hastaların yaşı ile bakılan trichoscan bulguları arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon saptanmadı (p>0.05). Kronik TE’li hastaların saç çekme testi pozitifliği akut TE’lilere göre daha yüksekti (p<0.05). Saç çekme testi pozitif olan hastalarda telogen oranı ve saç dansitesi daha yüksek bulundu. Ferritin düzeyi <40ng/ml olan grupta ortalama telogen oranı ortalaması anagen oranı ortalamasından anlamlı yüksek tespit edildi (p<0.05). Hastaların vitamin B12 ve TSH düzeyleri ile fototrikogram bulguları arasında anlamlı korelasyon tespit edilemedi (p>0.05).
Sonuç: Bu çalışmanın bulguları diffüz saç dökülmesinde ferritinin önemli bir rolü olduğunu, fototrikogram yönteminin de TE tanısında hekime yardımcı bir yöntem olduğunu göstermiştir. (NCI-2022-11-3)
OBJECTIVE: Telogen effluvium (TE) is a type of alopecia that is frequently seen in women. Among factors resulting in hair loss, many reasons such as endocrine diseases, nutrition disorders, stress, anemia, low ferritin levels, vitamin B12 deficiency, and thyroid diseases are found. A digital phototrichogram is one of the non-invasive methods of diagnosis in the evaluation of alopecia. In this study, it was aimed to compare biochemical parameters of female patients with diffuse hair loss with phototrichogram findings.
METHODS: 108 female patients with diffuse hair loss were included in the study. Patients were divided into two groups: acute and chronic TE, and a hair pull test was applied. Total blood count, blood biochemistry, iron, iron binding capacity, ferritin, thyroid stimulating hormone (TSH), sT3, sT4, folic acid, and vitamin B12 levels were examined. The telogen/anagen ratios and hair densities of patients were determined with a phototrichogram.
RESULTS: The serum biochemical parameters (aspartate aminotransferase, alanine aminotransferase, urea, creatinine), TSH, sT3, sT4, and folic acid levels of patients were within normal limits. Telogen ratio, anagen ratio, hair density, number of shed hairs, family history, blood ferritin, TSH, and vitamin B12 levels were found to be similar between groups having acute and chronic TE. In our study, while mean anagen and telogen ratios with trichoscan were similar to literature data, no statistically significant correlation was determined between patients’ ages and examined trichoscan findings (p>0.05). The hair pull test positivity of patients with chronic TE was higher compared to patients with acute TE (p<0.05). In patients with positive hair pull tests, the telogen ratio and hair density were found to be higher. In the group with <40 ng/mL ferritin level, the mean telogen ratio was detected to be significantly higher than the mean anagen ratio (p<0.05). No significant correlation was determined between vitamin B12 and TSH levels in patients and phototrichogram findings (p>0.05).
CONCLUSION: The findings of this study showed that ferritin has an important role in diffuse hair loss, and the phototrichogram method is an auxiliary method for the physician in the diagnosis of TE.

7.Sarcopenia, but not malnutrition, is associated with fear of falling in older patients with dementia
Saadet Koc Okudur, Lee Smith, Semen Gokce Tan, Veliye Yigitalp, Pinar Soysal
doi: 10.14744/nci.2023.07717  Pages 45 - 51
GİRİŞ ve AMAÇ: Düşme korkusunun (DK) kognitif bozukluğu olan hastalarda sık görüldüğü bilinmektedir. Ancak bu hastalarda düşmeye sebep olan iki önemli faktör olan sarkopeni ve malnütrisyonun DK üzerine etkisi bilinmemektedir. Bu çalışmanın amacı demansı olan yaşlı hastalarda DK ile malnütrisyon ve sarkopeni arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 266 demans hastasına ayrıntılı geriatrik değerlendirme yapıldı. DK’yı belirlemek ve sınıflandırmak için Düşme Etkinlik Ölçeği–Uluslararası FES-I kullanıldı. FES-I ölçeği için puanlar, DK hakkında sırasıyla yüksek, orta ve hiç veya düşük endişeyi temsil eden ≥28, 20-27 veya 16-19 olarak kategorize edildi. Mini Nutritional Assessment (MNA) skorları <17, 17-23.5 veya >23.5, sırasıyla malnütrisyon, malnütrisyon riski ve iyi beslenmiş olarak sınıflandı. Sarkopeni, SARC-F aracı kullanılarak tanımlandı. SARC-F skoru ≥4 sarkopeni olarak sınıflandı. Serum folat, B12 vitamini ve D vitamini eksiklikleri de değerlendirildi. DK grupları ile nütrisyonel durum, sarkopeni varlığı ve mikronutrient durumları arasında ilişki değerlendirildi.
BULGULAR: Ortalama yaş 80.83 ± 6.61 idi. Demans hastalarında orta ve yüksek DK prevalansı %51 idi. Serebrovasküler olaylar, düşme öyküsü, Enstrümental ve Temel Günlük Yaşam Aktiviteleri (EGYA ve TGYA), MNA ve SARC-F skorları açısından DK grupları arasında anlamlı farklılık bulunmaktaydı (p <0,05). MNA skorları, serebrovasküler olaylar, düşme öyküsü, TGYA ve EGYA için düzeltme yapılarak gerçekleştirilen çok değişkenli analizde, sarkopeni ile DK arasındaki ilişki devam etti (OR = 2,67, %95 GA: 1,50 ila 4,50), ancak malnütrisyon/mikronutrient eksiklikleri ile DK arasında istatistiksel anlamlı ilişki bulunmamaktaydı (p>0.05).
SONUÇ: Sarkopeni, demansı olan yaşlı hastalarda DK’nın şiddeti ile ilişkilidir, ancak malnütrisyon veya mikronutrient eksiklikleri ile DK ilişkili değildir. (NCI-2022-11-19)
OBJECTIVE: Fear of falling (FoF) is common in patients with cognitive impairment. However, the role of sarcopenia and malnutrition, which are two important factors that cause falls, on FoF is unknown. The aim of this study was to explore the association between FoF and malnutrition and sarcopenia in older patients with dementia.
METHODS: Two hundred and sixty-six dementia patients underwent comprehensive geriatric assessment. The Falls Efficacy Scale–International (FES-I) was applied to assign and classify FoF. Scores for the FES-I scale were categorized as ≥28, 20–27, or 16–19, representing high concern, moderate, and no or low concern about FoF, respectively. Mini Nutritional Assessment (MNA) scores <17, 17–23.5, or >23.5 were categorized as malnutrition, malnutrition risk, and well-nourished, respectively. Sarcopenia was defined using the SARC-F tool. SARC-F score ≥4 was categorized as sarcopenia. Serum folate, Vitamin B12, and Vitamin D deficiencies were also evaluated. The relationship between FoF groups and nutritional status, presence of sarcopenia, and micronutrient status was evaluated.
RESULTS: The mean age was 80.83±6.61 years. The prevalence of moderate and high FoF in dementia patients was 51%. There was a significant difference in terms of cerebrovascular events, the history of falling, instrumental and basic activities of daily living (IADL and BADL), MNA, and SARC-F scores between the FoF groups (p<0.05). The association between sarcopenia and FoF persisted in multivariable analysis adjusted for MNA scores, cerebrovascular events, falls history, BADL, and IADL (OR=2.67, 95% CI: 1.50–4.50), but there was no significant association between malnutrition/micronutrient deficiencies and FoF (p>0.05).
CONCLUSION: Sarcopenia is associated with the severity of FoF, but malnutrition or micronutrient deficiencies are not associated with the severity of FoF in older patients with dementia.

8.Reliability of preoperative CT and intraoperative manual tests in syndesmosis injury
Emre Kaya, Zeki Tasdemir, Ozgur Erdogan, Furkan Akbas
doi: 10.14744/nci.2023.15975  Pages 52 - 59
Amaç: Kliniğimizde cerrahi gerektiren bütün ayak bileği kırıklarında sindezmotik eklem tespiti kararında; ameliyat öncesi radyoloji ne olursa olsun mutlaka Hook testi ile kontrol ediyoruz ve Hook testi (+) hallerde sindezmozu tespit ediyoruz. Vakalarımızda ayak bileği BT’sinde sindezmoz yaralanması tespit edilmesine rağmen ameliyat esnası özgün muayene testlerinde sindezmoz eklemin sağlam olduğu olgular gördük. Biz de bu ameliyat öncesi radyoloji ile ameliyat esnasındaki özgün sindezmoz muayene testlerinin uyumsuzluğunu ortaya koymak ve bu yöntemlerin güvenilirliğini karşılaştırmak istedik.
Metod: Ayak bileği Weber tip C izole lateral malleol kırığı nedeni ile ameliyat edilen 37 hasta çalışmaya dahil edildi. Bütün hastaların ameliyat öncesi ayak bileği radyolojilerinde sindezmoz yaralanması tespit edilmişti. Ama yalnızca ameliyat esnasında Hook testi (+) olanlara sindezmoz tespiti uygulandı. Hastalar 2 gruba ayrıldı; Grup A: Hook testi (+) ve Grup B: Hook testi(-). Ayrıca grupların klinik sonuçları VAS, AOFAS VE FADI skorlarına göre karşılaştırıldı.
Sonuç: Hastaların ortalama yaşı 39(19-80), ortalama takip süresi 47.27 (22-68) ay idi. Vakaların gruplara dağılımı; Grup A 17(%45.9) ve Grup B ise 20(%54.1). Çalışmadaki vakaların ortalama VAS skoru 17.7±14.3, AOFAS skoru 90.32 ± 8.06 ve FADI skorları 92.9 ± 6.88. AOFAS ve FADI skorlarına göre 34(%91.8) hastada "mükemmel" ve "iyi" sonuçlar elde edildi. Hastaların sindezmoz ekleminde redüksiyon kaybı %8.1 nde gözlenirken, Grup A hastalarda % 5 nde ve Grup B hastalarda %11.8 nde bulundu. Sonuç olarak fonksiyonel skorlarda Grup A ve grup B de istatistiksel anlamlı bir fark bulunamadı. (NCI-2022-9-20)
OBJECTIVE: We always confirm the diagnosis of syndesmotic injury with a Hook test for all ankle fractures and fixed if necessary. Then, we noticed a discrepancy between preoperative radiology and the Hook test. Moreover, we want to report the reliability of syndesmotic fixation decisions with Hook test and preoperative radiology.
METHODS: A total of 37 surgically treated patients with isolated Weber type C ankle fractures were included in the study. In all patients, the syndesmosis joint was injured in preoperative computed tomography and X-ray imaging. However, only patients with (+) Hook tests had undergone a syndesmosis fixation. Patients were divided into two groups: Group A: Hook tests (+) and Group B: Hook test (–). Also, the groups were compared according to clinical outcomes with the Visual Analog Scale (VAS), American Orthopedic Foot and Ankle Society (AOFAS), and foot and ankle disability index (FADI) scores.
RESULTS: The mean participant age was 39 (19–80) years, and the mean follow-up period was 47.27 (22–68) months. Groups A and B consisted of 17 (45.9%) and 20 (54.1%) patients, respectively. The mean VAS, AOFAS, and FADI scores were 17.7±14.3, 90.32±8.06, and 92.9±6.88, respectively. “Excellent” and “good” results were found in 34 (%91.8) patients according to AOFAS nad FADI. The malreduction rate was 8.1% in all patients, 5% in group A, and 11.8% in group B. No statistically significant differences in final functional scores were found between groups A and B.
CONCLUSION: Hook test is reliable and adequate for evaluating the stability and quality of syndesmosis reduction. Weber type C lateral malleolar fractures in the decision of syndesmosis fixation; although syndesmosis injury is diagnosed in preoperative radiology, we recommend that the diagnosis be confirmed with the Hook test.

9.The effect of maternal weight on neonatal cardiac functions following diabetic and non-diabetic pregnancies
Elif Erolu, Ozlem Sahin, Leyla Bilgin, Mehmet Karacan, Figen Akalin
doi: 10.14744/nci.2023.03342  Pages 60 - 65
Amaç: Diyabetik annenin (IDM) gebelik yaşına uygun ve büyük (IDM-AGA, IDM-LGA) bebekleri ile diyabetik olmayan annelerin AGA ve LGA bebeklerinin miyokard fonksiyonlarını karşılaştırmalı olarak incelemeyi amaçladık.
Yöntemler: Yenidoğanlar 24-72 saat arasında değerlendirildi. M-Mod, pulsed wave ve doku Doppler ekokardiyografi yapıldı.
Bulgular: LGA grubunda kısalma fraksiyonu (SF) ile doğumdaki anne ağırlığı arasında negatif korelasyon bulundu (p = 0,009, r: -0.58). IDM-AGA'da E/E' oranı ve DT, AGA grubuna göre yüksek saptandı (p=0.02, p=0.02). Anne kan şekeri ile E/A oranı arasında negatif korelasyon (p=0.015 r=-0.63), anne kan şekeri ile IDM-AGA'da mitral A, A' dalgası arasında pozitif korelasyon saptandı (p = 0.014 r=0.63, p = 0,016 r = 0,62). IDM-AGA grubunda gebelik sırasında annenin kilo alımı MPI ile korele idi (p = 0.008 r = 0.72). Anne yaşı, annenin gebelik öncesi ve doğumdaki ağırlığı, mitral E, IDM-LGA grubunda IDM-AGA'ya göre daha yüksekti (P=0.03, p=0.01, p=0.003, p=0.012).
Sonuç: LGA yenidoğanlarda anne ağırlığının miyokard fonksiyonu üzerine olumsuz etkisi olduğu bulunmuştur. IDM-AGA bebeklerinde ve yüksek kan şekeri olan annelerin bebeklerinde diyastolik fonksiyonlar bozulmuş bulundu. Gebelikte annenin kilo alması miyokard fonksiyonlarını olumsuz etkilemektedir. (NCI-2022-8-15)
OBJECTIVE: We aimed to study myocardial functions of infants appropriate and large for gestational age (IDM-AGA, IDM-LGA) of diabetic mothers (IDM) and AGA and LGA infants of non-diabetic mothers comparatively.
METHODS: Newborns were assessed between 24 and 72 h. M-Mode, pulsed wave, and tissue Doppler echocardiography were performed.
RESULTS: A negative correlation was found between shortening fraction and maternal weight at delivery in the LGA group (p=0.009, r=-0.58). E/Early diastolic (E’) ratio and deceleration time were increased in IDM-AGA than AGA group (p=0.02, p=0.02). There was a negative correlation between maternal blood glucose and E/A ratio (p=0.015 r=-0.63), a positive correlation between maternal blood glucose and mitral A, late diastolic (A’) wave in IDM-AGA (p=0.014 r=0.63, p=0.016 r=0.62). Maternal weight gain during pregnancy was in correlation with measured and tei index in IDM-AGA group (p=0.008 r=0.72). Maternal age, pre-pregnancy weight, and weight at delivery and mitral E were higher in IDM-LGA group than IDM- AGA (p=0.03, p=0.01, p=0.003, p=0.012).
CONCLUSION: We found that maternal weight has a negative effect on myocardial function in LGA newborns. Diastolic functions were found impaired in IDM-AGA infants and in infants of mothers with high blood glucose. Maternal weight gain during pregnancy has a negative effect on myocardial functions.

10.An innovative surgical treatment method in persistent rectal prolapse: Ventral abdomino-rectosigmoidopexy via tube sigmoidostomy combined with Ekehorn’s rectopexy
Sabri Cansaran, Cengiz Gul, Olga Devrim Ayvaz, Yusuf Polat, Aysenur Celayir
doi: 10.14744/nci.2023.25874  Pages 66 - 71
Giriş: Burada, tekrarlayan rektal prolapsus nedeniyle Ekehorn rektopeksi ile kombine tüp sigmoidostomi yoluyla ventral abdomino-rektosigmoidopeksi yapılan veya farklı cerrahi onarım uygulanan olguların sonuçları tartışıldı.
Yöntem: Çocuk Cerrahisi Kliniği’nde, 2004-2022 yılları arasında, rektal prolapsus nedeniyle opere edilen çocukların demografik özellikleri, cerrahi teknik ve sonuçları retrospektif olarak incelendi.
Bulgular: 18 yılda 6 pediyatrik olgu (2 kız [%33] ve 4 erkek [%67]) persistan rektal prolapsus nedeniyle opere edildi. Hastaların ortalama ameliyat yaşı 7.5 yıl (2.1-17) olup hepsinde ciddi rektal prolapsus mevcuttu. Bu hastaların bir kısmı başka merkezlerde takip edilmiş ve diyet değişiklikleri, tuvalet davranışı eğitimi ve sklerozan ajan tedavisine rağmen rektal prolapsusları devam etmişti. Anal atrezi nedeniyle opere edilen ilk iki hastadan birine rektal trimming uygulandı ve nüks gelişmedi. Laparoskopik kolon pull-through yapılan ikinci olguda tek başına Ekehorn rektopeksi yapılmış ve bu olguda da nüks izlenmemiştir. Kolostomi açma-kapatma nedeniyle karın ön duvarında oluşan rektosigmoid kolon yapışıklıklarının ventral sigmoidopeksiyi sağlayabileceği düşünülerek hastalara her iki yöntemin birlikte uygulanması seçeneğinin sunulmasına karar verildi. Sonraki dört vakadan üçüne kistik fibroz teşhisi konuldu. Dördüne de Ekehorn rektopeksi ile kombine tüp sigmoidostomi yoluyla ventral abdomino-rektosigmoidopeksi uygulandı. Ekehorn tekniğinin kelebek sütürleri 15. günve Foley kateterler 21. gün alındı. Kistik fibrozisli üç olgu sorunsuzdu. Ancak cinsel istismar öyküsü olan 14 yaşında bir kız çocuğu 6 ay sonra nüks etti.
Sonuç: Ekehorn rektopeksi ile kombine tüp sigmoidostomi yoluyla ventral abdomino-rektosigmoidopeksi, intestinal fiksasyonu sağlama açısından başarılı ve benzersiz bir yöntemdir. Persistan rektal prolapsusun kesin cerrahi tedavisi için birincil seçenek olabilir. (NCI-2022-11-14)
OBJECTIVE: Herein, the results of the cases, who underwent surgical repair with or without ventral abdomino-rectosigmoidopexy through tube sigmoidostomy combined with Ekehorn’s rectopexy due to recurrent rectal prolapse, were discussed.
METHODS: The demographic characteristics, surgical technique, and results of children who were operated in the department of Pediatric Surgery for rectal prolapse between 2004 and 2022 were retrospectively analyzed.
RESULTS: In 18 years, six pediatric cases (2 females [33%] and 4 males [67%]) were operated for persistent rectal prolapse. The mean operative age of the patients was 7.5 years (2.1–17), and all had severe rectal prolapse. Some of these patients were followed up in other centers and their rectal prolapse continued despite diet changes, toilet behavior training, and the treatment of sclerosing agents. Rectal trimming was applied to one of the first two patients who were operated for anal atresia and recurrence did not occur. In the second case who underwent laparoscopic colon pull-through, Ekehorn rectopexy was performed alone and no recurrence was observed also in this case. Considering that rectosigmoid colon adhesions formed on the anterior abdominal wall due to colostomy opening-closing may provide ventral sigmoidopexy, it was decided to offer the option of applying both methods together. Three of the next four cases were diagnosed with cystic fibrosis. All four underwent ventral abdomino-rectosigmoidopexy through tube sigmoidostomy combined with Ekehorn’s rectopexy. Ekehorn’s butterfly sutures were removed on 15th day and Foley catheters on 21st day. Three cases with cystic fibrosis were uneventful. However, a 14-year-old girl with a history of sexual abuse relapsed 6 months later.
CONCLUSION: Ventral abdomino-rectosigmoidopexy through tube sigmoidostomy combined with Ekehorn’s rectopexy is a successful and unique method in terms of providing intestinal fixation. It may be the primary option for definitive surgical treatment of persistent rectal prolapse.

11.The role of cranial magnetic resonance imaging findings in pediatric epilepsy: A single-center experience
Ozge Yapici, Tugce Aksu Uzunhan
doi: 10.14744/nci.2023.39581  Pages 72 - 80
Amaç: Bu çalışmanın amacı pediatrik epilepside farklı yaş grupları ve cinsiyetlerde MRG bulgularını incelemek, etiyolojik faktörlerin yüzdelerini belirlemek ve MRG pozitifliği ile tedaviye direnç arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir.
Yöntemler: Yaşları 1 ay ile - 18 yaş arasında olan 359 epilepsi hastasının kranial MRG'leri retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalığın etyolojik nedenleri geçirilmiş parankimal hasar, hipokampal skleroz, kortikal gelişim malformasyonları, tümör, nörokütanöz sendrom, miyelinasyon bozukluğu, vasküler anomali, metabolik/genetik/nörodejeneratif hastalıklar, ensefalit ve kategorize edilmemiş “diğer” grubu olarak sınıflandırıldı. Veriler IBM SPSS Statistics 25.0 (SPSS Inc., Chicago, IL, USA) programına aktarıldı ve tanımlayıcı istatistikler, korelasyon analizleri, ki-kare ve t-testleri yapıldı.
Bulgular: Çalışmaya alınan hastaların 141'inde (%39,3) MRG'de etyolojiye ilişkin patolojik bulgu saptandı. Geçirilmiş parankimal hasar (%39.7) tüm yaş gruplarında en sık etiyolojik nedendi. İlaç direnci ile MRG pozitifliği arasındaki ilişki açısından, ilaca dirençli olguların %72'sinde MRG pozitifliği gözlenirken, MRG negatif olguların %67,6'sında tedaviye tam yanıt saptandı.
Sonuç: MRG, çocukluk çağı epilepside tedavi planlamasından önce altta yatan herhangi bir etiyolojik faktör olup olmadığı konusunda klinisyenlere rehberlik eder. MRG pozitifliği anti-epileptik ilaçlarla tedaviye yanıt ve ilaç direnci hakkında önemli ipuçları verir. (NCI-2023-4-11)
OBJECTIVE: The aim of this study was to investigate cranial magnetic resonance imaging (MRI) findings in different age groups and genders in pediatric epilepsy, to determine the percentages of etiologic factors, and to evaluate the association between MRI positivity and treatment resistance.
METHODS: Cranial MRIs of 359 patients with epilepsy aged 1 month to 18 years were retrospectively evaluated. Etiologic factors as an underlying cause of epilepsy were classified as previous parenchymal damage, hippocampal sclerosis, malformations of cortical development, tumor, neurocutaneous syndrome, myelination disorder, vascular anomaly, metabolic/genetic/ neurodegenerative diseases, encephalitis, and an uncategorized “other” group. Data were transferred to IBM SPSS Statistics 25.0 (SPSS Inc., Chicago, IL, USA), and descriptive statistics, correlation analyses, chi-square, and t-tests were performed.
RESULTS: Among the patients included in the study, 141 (39.3%) had pathological findings on MRI related to the etiology. Previous parenchymal damage (39.7%) was the most common etiologic cause in all age groups. Regarding the relationship between drug resistance and MRI positivity, MRI positivity was observed in 72% of drug-resistant cases, while a complete response to therapy was found in 67.6% of MRI-negative cases.
CONCLUSION: MRI guides clinicians to determine the presence of an etiologic factor as the underlying cause of childhood epilepsy before treatment planning. MRI positivity is a remarkable indicator of response to antiseizure drug treatment and drug resistance.

12.The relation of C-reactive protein and impaired fasting glucose: Could it be a predictor for prediabetic state?
Sara Ileri, Aytekin Oguz
doi: 10.14744/nci.2024.60486  Pages 81 - 87
Giriş: Gelişmiş ülkelerde kardiyovasküler hastalık oranı giderek artmaktadır ve bu rakamın 2030 yılına kadar 22 milyona ulaşacağı tahmin edilmektir. Bu kardiyovasküler olayların temelinde, kronik inflamatuar süreçlerle karmaşık bir şekilde bağlantılı bir durum olan ateroskleroz yatmaktadır. Temel klinik biyobelirteçler arasında C-reaktif protein (CRP), inflamatuar aktivitenin omurgası olarak öne çıkar. Çoğunlukla obeziteyle bağlantılı olan CRP'nin aşırı üretimi, trigliserit apo B-100 fraksiyonel katabolizmasının düzensizliğinde önemli bir rol oynarak önemli kardiyovasküler risk faktörleridir. Aynı zamanda, aterosklerotik süreçlerin dışında yüksek CRP seviyeleri ile bozulmuş açlık glukozu arasındaki etkileşim, potansiyel olarak prediyabetik durumun başlangıcını başlatan, bozulmuş glikoz metabolizmasının habercisi olarak da öne çıkmaktadır.
Gereç ve Yöntem: Retrospektif olarak, Ağustos 2006'dan Mayıs 2007'ye kadar bir dahiliye polikliniğinde görülen 3.500 hastanın biyokimyasal verilerini (LDL-C, trigliseritler, açlık kan glukoz ve CRP düzeyleri) inceledik. Çalışmanın amacı bu parametreler arasındaki korelasyonları incelemektir. Dışlama kriterlerimiz akut veya kronik inflamasyonu olan bireyler, bilinen inflamatuar hastalıklar, teşhis edilmiş diyabet, koroner arter hastalığı, lipit metabolizma bozuklukları, lipit düşürücü ajanlar kullananlar ve 18 ila 65 yaş aralığı dışındaki kişilerdir. Bu çalışma, Helsinki Bildirgesi'nde belirtilen etik ilkelere sıkı sıkıya bağlı kalarak gerçekleştirilmiştir.
Bulgular: Çalışmamızın sonucunda Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tanı kriterlerine göre bozulmuş açlık glukozuna sahip hastalarda (6.1-6.9 mmol/L veya 109-124 mg/dl), normal açlık glukozuna sahip bireylere oranla (70-108 mg/dl) CRP düzeyinin 0.8'in üzerinde görülme sıklığı anlamlı olarak yüksekti. (%19.7, %17.2 sırasıyla) (p<0.001) Ayrıca trigliserit düzeyi 151-199 mg/dL arasında) ve 500 mg/dL'nin üzerinde olan hastalarda CRP düzeyinin 0.8'in üzerinde görülme sıklığı da aynı şekilde daha yüksek orandaydı. (%23.2, %24.1 sırasıyla) (p<0.012). Ancak CRP düzeyleri ile LDL-C veya total kolesterol arasındaki ilişki istatistiksel anlamlılığa sahip değildi (p>0,05).
Sonuç: Bu retrospektif çalışma, yüksek serum CRP düzeyine sahip hastaların klinik değerlendirmesinde, özellikle kardiyovasküler risk değerlendirmesi ve prediyabetin önleyici yönetimi bağlamında proaktif bir yaklaşımın zorunluluğunu önermektedir. Bu bulgular ışığında CRP yüksekliğinin prediyabetik durum için bir uyarı işareti olabileceğini ve erken tanıda faydalı olabileceğini düşünüyoruz. (NCI-2023-11-10)
OBJECTIVE: The rate of cardiovascular disease is increasing in developed countries progressively with estimates predicting 22 million by 2030. Based on these cardiovascular events lies atherosclerosis, a condition intricately linked to chronic inflammatory processes. Among fundamental clinical biomarkers, C-reactive protein (CRP) stands out as a backbone of inflammatory activity. Notably, the excessive production of CRP, often linked with obesity, plays a pivotal role in the dysregulation of triglyceride apo B-100 fractional catabolism, thus emerging as a significant cardiovascular risk factor. Apart from atherosclerotic processes, the interplay between high CRP levels and impaired fasting glucose (IFG) is also gaining recognition as a messenger of disrupted glucose metabolism, potentially ushering in the onset of a prediabetic state.
METHODS: Our retrospective analysis scrutinized the biochemical data — namely low-density lipoprotein cholesterol (LDL-C), triglycerides, fasting blood sugar, and CRP levels—of 3500 patients from an internal medicine outpatient clinic seen from August 2006 to May 2007. Our objective was to dissect the correlations among these parameters. Exclusion criteria were omitting individuals with acute or chronic inflammation, known inflammatory diseases, diagnosed diabetes, coronary artery disease, lipid metabolism disorders, those on lipid-lowering agents, and anyone outside the age bracket of 18–65 years. This study was conducted in strict adherence to the ethical principles outlined in the Declaration of Helsinki.
RESULTS: As a result of our study, the ratio of CRP levels above 0.8 was significantly higher in patients with IFG according to the World Health Organization criteria (6.1–6.9 mmol/L or 109–124 mg/dL) than in individuals with normal fasting glucose (70–108 mg/dL). (19.7%, 17.2%, respectively) (p<0.001). In addition, the ratio of CRP levels above 0.8 was also higher in patients with triglyceride levels between 151 and 199 mg/dL) and over 500 mg/dL. (23.2%, 24.1%, respectively) (p<0.012). However, the relationship between CRP levels and LDL-C total cholesterol was not statistically significant (p>0.05).
CONCLUSION: This retrospective study suggests the imperative for a proactive approach in the clinical evaluation of patients exhibiting elevated CRP, especially in the context of preemptive management of prediabetes. In light of these findings, we think that elevated CRP may be a warning sign for prediabetic status and may be useful in early diagnosis.

CASE REPORT
13.Successful treatment using agalsidase alfa of a patient with Fabry disease who had anaphylaxis after agalsidase beta: A case report
Mehmet Erdem Cakmak
doi: 10.14744/nci.2022.45656  Pages 88 - 90
Fabry hastalığı, α-galaktosidaz A genindeki (α-Gal A) bir patolojiden kaynaklanan nadir bir genetik hastalıktır. İki haftada bir uygulanan iki intravenöz enzim, agalsidaz alfa ve beta, organ hasarından önce erken uygulandıklarında, hastalığın ilerlemesini yavaşlatabilir ve sağkalımı arttırabilir. Bu vaka raporunda, agalsidaz alfa ile başarılı bir şekilde tedavi edilen ve agalsidaz beta ile anafilaksi öyküsü olan bir hastayı sunuyoruz. (NCI-2022-6-24/R1)
Fabry disease is a rare genetic disease caused by a deficiency of α-galactosidase A gene (α-Gal A). Two intravenous enzymes administered every two weeks, agalsidase alfa and beta can slow disease progression and increase survival if administered early, before organ damage occurs. In this case report, we present a patient with a history of anaphylaxis to agalsidase beta who was successfully treated with agalsidase alfa.

LookUs & Online Makale